DİN KAVRAMI
DİN KAVRAMI
Emrah BOZKURT
Yayımlanan Yer
Havâss Dergi, sy.I, Mayıs-Temmuz 2017, Trabzon 2017, s.34-55.
2
GİRİŞ
İnsanlık tarihinin daimi sorularından birisi olan "din nedir?" sorusu hep sorulmuş ve
sayısız cevaplar verilmiştir. Birçok kişi kendi bakış açısı ve ulaştığı bilgiler neticesinde bu
soruya cevap niteliğinde dini tanımlamaya çalışmıştır. Dinin tanımı bir yana dinin mahiyeti ve
sınırlarını tespit etmede de zorluklarla karşılaşılmıştır. Üzerinde en çok itilaf edilen
konulardan birisi olan din kavramını tanımlamada aşırı öznelliğin hakim olduğunu herkesin
kabul edebileceği bir tanımın olmadığını söylemek mümkündür. İnsanlar hislerini ve
inançlarını ne kadar düzenlerseler düzenlesinler, kendi dini ve fikrî anlayışlarına göre bir
kavramsal tanımlamada bulunuyor ve doğrusunun da kendi tanımladıkları olduğunu ileri
sürüyorlar. Din, bireysel ve toplumsal açıdan geniş bir çerçevede güçlü işleve sahip bir
kurumdur. İnsanların iç ve dış dünyasını etkileyen, insan ile beraber yaşayan ve hayatı
anlamlandıran misyona sahiptir. Bu yüzdendir ki, her devirde filozoflar dini inceleme altına
almışlardır. Kimi filozoflar dinin insanların korkularının sonucu olarak ortaya çıktığını; kimisi
toplumu uyuşturan afyon olduğunu, kimi de ilahî kaynaklı bir inanç olduğunu ileri sürmüştür.
Zaman zaman varlığı inkar dahi edilse de tarih boyunca her dönemde varlığının mevcut
olmasından dolayı, yok sayılması mümkün olmamıştır. Dine karşı olumsuz bir tavır takınan
filozofların, din sonradan ve dış etkenlerle ortaya çıktığına göre, onun ortadan kalkması da
mümkündür; düşüncesiyle dini tanımlıyor olmaları farklılık arz etmektedir. Bu sebepten bu
düşüncedeki filozoflar dinin kaynağının ilahi olduğunu da kabullenmek istememekte ve
kaynağının dünyada olduğunu düşünerek yorumlamaya yönelirler. Onların kuramları elde
ettikleri tarihi veriler veya incelediği topluluk ve kabilelere göre oluşmuştur, bu da genelgeçer sayılmıştır. Yapılan şey bölgesel ve sınırlı olanı evrenselleştirme çabasından ibarettir.
Bu kuramların ise tamamen boş olduğunu söylemek elbette mümkün değildir, ancak
tamamıyla doğruluğunu kabul etmekte mümkün gözükmemektedir. Bu araştırmanın amacı
ise 'dini kavramsal' olarak incelemektir; mamafih dinin kaynağı ve meşruiyeti, dinin amacı,
din-inanç, din-ideoloji ilişkisini incelemek ve değerlendirmektir. Batı ve İslam literatüründe
din ve inanç tanımlarına değinecek ve bilhassa Kur'an-ı Kerim'in dini kavramsal olarak nasıl
tanımladığını incelemeye çalışacağız. Kur'an kaynaklı kavramsal din hakkında kullanacağımız
iki kaynağımız mevcut: İsmail Çalışkan'ın "Kur'an'da Din Kavramı" kitabı ile Fatih Orum'un
"Kur'an'ın Öğrettiği Kavramlar: Din" kitapçığıdır. Bu konuda müstakil olarak çalışılmış başka
kaynak bulunmamaktadır, binaenaleyh mevzubahis konuda atıflarımız bu iki kaynağa
olacaktır.
Din kelimesinin etimolojisi konusunda farklı görüşler mevcuttur; genelde Arapçada
özelde Kur'an'da yabancı ('acemi) dillerden kelime olup olmadığı tartışılmaktadır. Yabancı
kelimelerin varlığı kabul edilmektedir, hatta Kur'an öncesi dönemde de kabul edilmektedir.
Bu bağlamda 'din' kelimesinin Arapça olmayıp İbranice, Farsça, Yunanca, Süryanice, hatta
Ermeniceye dayandığı iddiaları mevcuttur.1 Bu konu üzerine çalışan W. C. Smith'e göre, dinin
Orta Doğu ekseninde ortak kelimesi 'dên' veya dîn'dir. O dil ve kültürlerin tarihsel süreçte
1
"Din", İA., İstanbul 1993, III,90.
3
uğradığı değişimi göz önünde bulundurarak: Avesta'da yer alan 'dâêna' kelimesi tarihi
süreçte değişim geçirerek 'dên' halini almıştır. Modern Farsçada ise 'dîn' formunu almıştır.
Daha soran aynı coğrafyada bulunan diğer toplumlara da yayıldığını söylemektedir. Ebu Hilal
el-Askerî ise, dîn kelimesini Kur'an'ı delil göstererek Farsça olduğunu iddia eden Farslılara
karşı: bu kelimenin Arapça asıllı olduğunu ancak Avesta'da bulunması sebebiyle iki dilde
ortak bir kullanıma sahip olduğunu söylemenin uygun olacağını belirtmektedir.2 Din Arapça
kökenli bir kelime olarak: "borç ilişkisine girme (tedâyün), boyun eğme (inkiyâd), itaat (tâ'at),
karşılığını vermek (ceza) ve âdet edinme" anlamına gelen "d-y-n" kökünden mastardır. Bu
kökün bir diğer mastarı da borç anlamına gelen "deyn"dir.3 Farklı bir kaynakta: örf, âdet,
itaat, tutulan ve gidilen yol, ceza ve mükâfat, millet vb.4 anlamlara gelmektedir. Batı
dillerinde "religion" kelimesiyle ifade edilip, "religere" ve "religare" köklerinden gelmesi
nedeniyle, tanrıya korku ve saygı ile bağlılık, kendini ibarete verme, tören ve ayinlere
katılma5 anlamlarını taşımaktadır. Türkçedeki kullanılış şekli ise, "inanç sistemi veya bir
inancın kaideler bütünü" gibidir.
Din kavramının etimolojik ve dini terminoloji olarak anlamlarını belirttikten sonra Batı
literatüründeki, sosyal ve psikolojik işlevlerini de göz önünde bulundurarak din kavramı
kullanımlarını irdeleyeceğiz. İnsan ve toplum açısından dinin önemi ve ne ifade ettiğine Batı
literatüründen kısa bir giriş ile: Doğaüstüdür ve duygular ile algılanan dünyanın ötesindedir.
Bütün dinler kutsalı temsil eden dini sembollere sahiptir; sözcükler, resimler, yemekler,
kurbanlar, mekanlar ve sair. Birçok din özellikle tek tanrılı olanlar evren ve yaradılış teorisi
sunmaktadır; bu sayede insanın yaradılışına olan merakı giderilir ve sonrasında, gelecekte ne
olacağına dair bilgiler verir. Dinlerin, kültürler ile harmanlanmış gelenekleri, efsaneleri,
azizleri, ilahileri, ibadetleri ve sürekli tekrarlanan ritüelleri vardır. Dinler için ritüeller önemli
bir yer teşkil etmektedir; çünkü, dinsel ritüeller toplumu bir arada tutmak için gereken
dayanışmayı sağlar. Din insanların hayatlarına anlam kazandırır, cevabını bilmediği soruların
cevaplarını verir. Varoluş sebeplerini izah eder, gönül huzuru sağlar. Adil olmayan bir
dünyada belirsizlikler, tehlikeler, mutsuzluklar ile dolu olan bir hayatta insanın güvenlik
ihtiyacını karşılar, ona manevi bir dayanak sağlar. En önemlilerinden birisi ise ölüm korkusu
içerisinde olan insanların, onun korkusunu azaltacak, ruhun yeniden bedenleşmesi veya
ölümden sonra da hayatın olduğunu söyleyerek onun korkusunu gidermesidir.6 Marksistlerin,
görüşlerinin temelini de ölüm korkusu yani başka bir hayatın olması oluşturmaktadır. Dinin
toplum tarafından kabullenilmesinin başlıca sebebinin bu olduğunu ileri sürmektedirler.
Marksistlere göre başka bir hayat yoktur, cennet ise var olan dünyada ancak gerçek olabilir.
İsmail Çalışkan, Kur'an'da Din Kavramı, Ankara 2016, s.51.
Fatih Orum, Kur'an'ın Öğrettiği Kavramlar:Din, İstanbul 2016, s.17; İbn Fâris, Mekâyîs fi'l-lüğa, "d-y-n" md.
4
Ragıp el-İsfahani, Müfredât, İstanbul 1986, s.253; İbni Manzur, Lisanu'l Arab, Beyrut trs, s. 166-171.
5
Abdülhak Adnan Adıvar, Tarih Boyunca İlim ve Din, İstanbul 1987, s.13-14; Veysel Uysal, Din Psikolojisi
Açısından Dini Tutum, Davranış ve Şahsiyet Özellikleri, İstanbul 1996, s.17.
6
Veysel Bozkurt, Değişen Dünyada Sosyoloji, Bursa 2015, s.241-242.
2
3
4
1.BATI LİTERATÜRÜNDE DİN
Batı literatüründeki görüşleri aktarılırken din, inanç, ritüel, büyü gibi kavramlar iç içe
kullanılacaktır. Çünkü, dinin yapısından çok etkisi ve sonuçlarıyla incelenmiştir. Yazılı kültür
öncesinde din ve büyü sık sık birlikte anılmıştır. Olayları kontrol etmek isteyen insanlar, büyü
vasıtasıyla belirsizliklerle dolu bir dünyada riski en aza indirgemeye çalışmışlar. Ne kadar
yazılı kültür öncesinde olduğunu belirtmiş olsak da büyünün günümüzde de varlığını devam
ettirdiğini söylemek mümkündür, hala bazı insanlar riski aza indirgemek için büyü yolunu
tercih etmektedir. İlk insan topluluklarından beri din evrensel bir kurum olarak varlığını
sürdürmüştür. Din ve büyünün tarihi, insanlık tarihi ile denktir. Bazı antropologlar yaşamış
olan her insanın bir dine mensup olduğunu söylemektedirler. İlk insan topluluklarının sahip
olduğu dinlerden birisi ise Animizm'dir. Animizm, ruha tapınma olarak bilinir, İslam
tasavvufunda ki vahdet-i vücut ile benzerlikleri vardır. Animistler, doğadaki bütün varlıkların
ruhu ve bilinci olduğunu ileri sürerler. Hayvanlar, bitkiler, taşlar ve sair hepsinin insanlar gibi
bir ruhu olduğuna ve bu ruhların kendilerine tanrı ve tanrıçalardan daha yakın olduğuna
inanırlar. Animistlerin, tanrı inançları zayıftır, onlar insanları yaratmış olsa da insanlara
yardım edenlerin ruhlar olduğunu düşünürler. Animizmde insan doğanın efendisi değil,
sadece bir parçasıdır. Herhangi bir bitkinin gelişimi ile kendi gelişimi arasında pek fazla fark
olmadığını düşünürler.7 E.B. Taylor'a göre insanlık dinlerinin en eskisi Animizm'dir. İlk
insanların uyku, düş kurma, uyanma, rüya, ölüm ve benzeri hallere ilişkin deneyimleri ve
bunun yansımalarından geliştiğini ileri sürmüştür. Bu durumda bedenden ayrılabilen bir ruh
inancının doğmasına neden olmuş, daha sonrasında atalar ibadetinin geliştiğini ileri
sürmüştür. Bu gelişmelerin önce çoktanrıcılığa sonrasında ise tektanrıcılığa yol açtığını iddia
etmiştir. Tanrı ve tanrıcılık konusunda filozoflar ikiye ayrılmıştır: Taylor'da dahil bazı filozoflar
çoktanrıcılıktan tek tanrıcılığa indirgendiğini iddia ederken bazıları da tam tersi
tektanrıcılıktan çok tanrıcılığa çoğaldığını söylemektedir. L.Feuerbach'e göre de din ile rüya
arasında bir bağlantı söz konusudur: "Duygu açık gözlerle gördüğümüz bir rüyadır, din
uyanan bilincin rüyasıdır, rüya dinlerin esrarının anahtarıdır."8 demiştir ve bu konuda ki
görüşleriyle "Din kalpsiz bir dünyanın kalbidir."9 diyen K.Marx ve F.Engels'i etkilemiştir.
Taylor'dan farklı düşünen Shmidt, insanların ölülere yönelmelerinin Animizmi doğurduğunu
söyler. Kur'an ise Animizmi tamamıyla engellemiştir; ölümün bir son değil bir başlangıç olarak
açıklanması ve ahiret hayatı ile irtibatlandırarak sunuyor olması bunlardan birisidir. Ölüm ile
kişinin bu dünyaya ait tasarruf ve bağlantılarının kesildiğini belirtmekte ve insanların ölülere
yönelmelerini
ilkellik
olarak
değerlendirmektedir.
Kur'an'ın
bu
konudaki
değerlendirmesinden bakıldığında gerçektende Shmidt'in ileriye sürdüğü gibi insanların
ölülere yönelmeleri Animizmi meydana getirmiş gibi gözükmektedir. Ölümü bu dünyadan
Bozkurt, Değişen Dünyada Sosyoloji, s.242-243.
Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, İstanbul 2016, s.41.
9
Bozkurt, a.g.e., s.245.
7
8
5
kesin bir ayrılık ve tamamen farkı bir boyutta yeni bir hayatın başlangıcı olarak görmesiyle
ruh-beden ayrımından çıkan Animizmi ve benzer sapmaları engellemiştir.10
Kabile toplumlarının özelliği olan Totemizm'de ilk toplulukların dinlerinden
sayılmaktadır. İnsanlar ve doğa arasında gizemli, akrabalık türü ilişkiler olduğuna inanılır,
Totemizm'de. Animizm'de olduğu gibi Totemizm'de de doğal nesnelerin ve canlıların ruh ve
doğa üstü güçlere sahip olduğuna inanılır. Totemler, bir toplumun ya da kişinin temsiline
hizmet eder ve toplumun tüm üyelerinin ondan geldiğine inanılır, grubun birleşmesini ve
onlara koruyucu bir ruh sağladığına inanılır. Çalışmalarında insanların evrendeki eşya ve
olgulara, kutsal olan ve kutsal olmayan olarak baktıklarını ileri süren E.Durkheim, Totemizmi
insanlığın en eski dini olarak değerlendirmiştir.11 J. Frazer ise dinin, ilk insanların çevrelerine
ve yaşamlarına ilişkin deneyimlerini açıklamak ve anlamlı kılmak gayretlerinden doğduğunu
iddia etmiştir. W.James, "duygular, eylemler ve yalnızken bireyin kutsalla ilişki anında
yaşadığı bireysel tecrübe" olarak K.Marx gibi dinin insan hayatında teselli edici ve
kuvvetlendirici fonksiyon görebilecek tek şey olduğunu iddia eder. C.G.Jung dinin formüle
edilebilen özel bir zihin durumu olduğunu söyleyerek: "Şöyle ki güçler olarak anlaşılan,
ruhlar, şeytanlar, tanrılar, yasalar, idealler yahut her ne ad verirse versin insanın dünyasında
ciddiye alacağı kadar önemsediği güçlü, tehlikeli, yardımcı ya da kendini feda edercesine
seveceği ve tapacağı kadar da anlamlı ve güzel bulduğu şeylerin, muayyen dinamik
etmenlerin dikkatli bir gözlemi ve hesaba katılmasıdır." demektedir.12 Jung, "din olumlu ya da
olumsuz, en yüksek ve en güçlü değerle kurulan bir ilişkidir" demekle, insan kişiliğinin bilinçli
ya da bilinçsiz olarak yüksek değerle kurulan ilişkide rol oynadığını yani insan-tanrı ilişkisinin
bilinçli olabileceği gibi bilinçsiz olabileceğini de belirtir. Daha da ileriye giderek, bilinçaltı
insanın en büyük gücüdür ve o tanrı'dır, demektedir. Bu düşüncesiyle Jung, tanrının zaten
insanın içinde var olduğunu söyler ve tanrının insanın dışında olduğunu söyleyenleri
'sistematik körlükle' itham eder. Ona göre rüyalardaki semboller içkin tanrı anlamını
taşımaktadır; insandaki din duygusunun keşfi onun bilinçaltına inmekle mümkündür ve
rüyalar bu iş için yardımcıdır.13 Jung'u, dini psikolojik bir olguya indirgemek ve aynı zamanda
da bilinç dışı bir olgu konumuna yükseltmekle Formm eleştirmiştir.14 W. Wundt ise, "her
sonlunun sonsuz alanda yaşaması hakkındaki vasıtasız bir şuur"dur, demektedir. 15 C.Geerz
dini, varoluşun genel düzenine ilişkin kavramlar formüle ederek, insanda güçlü, süregelen ve
uzun vadeli duygular ve motivasyonlar yaratarak etki gösteren semboller bütünü olarak
tanımlamaktadır. B.Malinowski, gerilim ve acı çekme olgularına yanıt olarak dinin, büyünün
ve geleneğin gerilim ile baş edebilmek için geleneksel ve ruhsal kaçışlar sağlayarak
psikososyal mekanizmalar sunduğunu savunmuştur. Dini tören-ritüellerin ve efsane-mitlerin
var olmasını, dinin düzenini doğrulamak ve açıklamak olduğunu söylemekle, gerilimlerin ve
Çalışkan, a.g.e., s.216.
Bozkurt, a.g.e., s.243.
12
M.Doğan Karacoşkun, "Dinî İnanç-Dinî Davranış İlişkisine Sosyo-Psikolojik Yaklaşımlar", Dinbilimleri Akademik
Araştırma Dergisi, IV(2004), Sayı:2, s.24.
13
Carl Gustav Jung, Din ve Psikoloji, çev. Cengiz Şişman, İstanbul 1993, s.62,85,119.
14
Erich Fromm, Psikanaliz ve Din, çev. Şükrü Alpagut, İstanbul 1990, s.29.
15
Karacoşkun, a.g.m., s.24.
10
11
6
çözümlenmemiş çelişkilerin ifade edilişinde emniyet supabı olarak işlev gördüklerini belirtir.
Religion kelimesinin asıl anlamlarından birisi olan 'bağlanma' ile kavramsal dini tanımlayan
Cicero, "din (ilahi diye adlandırılan) yüce bir varlığa ihtiram ve tapınma veren şeyin
kendisidir" demektedir.16 Tanrıyı dini duygunun bir objesi saymakla ve ölümsüzlüğünü
vurgulamasına rağmen, "O dinde her şey değil, sadece bir özelliktir", diyen F.Schleiermacher;
insan tabiatında din duygusunu ve sezisinin varlığına vurgu yaparak, dinin özünün de sezgi ve
duygu olduğunu söyler. Din bu haliyle metafizik ve ahlaktan ayrılarak üçüncü bir boyut
olmaktadır. Schleiermacher, insanın evrende sonsuzluğu aramasından yola çıkarak şu din
tanımını yapar: "Din, sonsuzluğu sezmek ve tadını almaktır." Yani sonsuz olana bağlılıktır;
ancak belirttiğimiz gibi o tanrıyı dinde sadece bir özellik olarak değerlendirmektedir.17
Schleiermacher'ın tanımı hakkında Hegel'in "Eğer bu tanım doğru ise o zaman bir köpek
insanlardan daha çok Hristiyan olmalıdır. Çünkü köpekler, bizim yaptığımızdan daha mutlak
şekilde bağlılık hissederler" dediği nakledilmektedir.18 Bu şekliyle bu tanım duygu ve
bağlanmaya indirgenmektedir, dolayısıyla kapsamlı bir din tanımı sayılmamaktadır. P.Tillich
insan psikolojisi odağında Hıristiyanlığı ele alarak yaptığı tanımında dini, "insanın
nihai(tanrı/tanrılar) ilgisi" olarak tanımlar, buradaki nihai kutsalın kendisidir. Bu tanım tüm
dinleri ve komünizm, faşizm gibi 'yarı-dinleri' içeren kapsamlı bir din tanımı olmamakla
eleştiri almıştır. İnsanın bir hedefi gözetmesi sebebiyle din ya da yarı-din diye nitelendirilen
bütün organizasyonların nihai bir hedefi vardır ve ona ulaşmak en büyük gayedir.19 Tillich
burada objeyi tanrı olarak belirtmesi tanımı sınırlandırmaktadır; tek tanrılı ve semavi dinleri
bu tanım içine alsa da çok tanrılı ya da tanrıyı kabul etmeyen dinleri dışarıda bırakmaktadır.
Din kavramında ilahi otoriteye derin vurgu yapan R.Otto delillerini kutsal kitaplardan
almaktadır. Ona göre, "hakiki dinin farik alameti, şahsi bir tanrı mefhumu değil, insanın
mehabetinden korkup aynı zamanda güzelliğine hayran kaldığı mukaddes, akıl ile idrak
edilemeyen, hepsinden farklı bir varlığın mahiyetini duymasıdır." 20
Batı'da kutsal ve kutsal dışı ayrımı dini dualizmi ortaya çıkartmakta, bu durumda
aşılması güç bir problem halini almaktadır. Bu problemi aşmak için tek bir tanrıyı esas alan
tanımların yeterli olmayacağını sık sık dile getirenler arasında yer alan dinler tarihçisi
Challeye, politeist tanımı benimsemenin bir çıkış yolu olabileceğini belirtmekte, fakat bunun
da yetersizliğine vurgu yaparak, kutsala göre tanımlamanın daha makul olduğunu kabul
etmektedir.21 Felsefi, sosyolojik ve antropolojik açılımlarda din tanımına başka faktörler de
yansıtılmıştır. Bunlar, dinin varolduğu sosyal, ekonomik, tarihsel ve kültürel kontekslerdir. Bu
bağlamda insanın yaşadığı tarih ve zihni değişimler yeniden değerlendirilmeye çalışılmış ve
dinin toplumların hayatındaki rolüne işaret edilmiştir. Bu bağlamda I.Kant, "Din, bütün
vazifelerimizi ilahi emirler olarak algılamamızdır."22 demektedir. Bu tanımda Kant ahlakı çok
Çalışkan, a.g.e., s.24.
Gös. yer.
18
Gös. yer, s.25.
19
Gös. yer.
20
Gös. yer, s.26.
21
Gös. yer, s.27.
22
Gös. yer, s.28.
16
17
7
geniş bir olgu olarak görmüştür ve dini ahlaka indirgemiş gibi görünmektedir. Ancak ahlak
dinde ne derece önemli yer tutarsa tutsun bütün davranışları tanrının emri kabul etmek
mümkün değildir. Kant vahiy dininin, doğal din şeklinde algılanma imkanını açıklayarak
çağında yayın doğal din anlayışına yeni bir veche kazandırmaya çalışmasıdır. Çünkü ona göre
doğru din vahiyle gelmiş olandır ve onun geniş kabul görmesi için daha akli temellere
oturtulması gerekmektedir. Kant'ın burada doğal dine karşı bir atak gerçekleştirdiği
söylenebilir. Batı'da akla dayalı din anlayışında en uç nokta A. Comte'dir; "İnsanlık Tanrı
yerine geçmiştir" diyerek aklın egemenliğindeki İnsanlık Dini'nin Doğu ve Batı'nın aradığı
evrenselliği sunduğunu23 iddia etmektedir. Batı'daki bu din anlayışı, din tanımlarında tanrıyı
yere indirme çabalarından ibarettir. Bu tarz düşünceler dinin kamusal alandan el
çektirilmesinin temellerinin atıldığı ilk girişimler olarak görülebilir.
1.1.LUDWIG FEUERBACH'E GÖRE
Feuerbach din hakkındaki tezinin esası, algılama hakkında bir bulguya dayanmaktaydı.
Ona göre bir şeyin var olduğunu söylemek için yalnız o şeyin tasavvur edilebilir olması yeterli
değildi. Çünkü bu iddia var kabul edilen şeylerin algılanabileceğini veya duyulabileceğini
söylemektir. Feuerbach'ın bundan çıkardığı sonuç ise: Tanrının varlığı onun algılanabileceği
bir şekil almazsa, ispat edilemezdir. Bu duruma göre Feuerbach, din biliminin kanıtlarının
aslında etkisiz ve geçersiz varsayımlar, olduğunu söylemektedir. Din, insanın kendi
düşüncesinin insanüstü bir plana aktarışıdır. İnsanların kalbinde tanrı inancının olması, kendi
sınırlılığını ideal bir varlıkla karşılaştırma eğiliminden doğan bir yansımadır. Ruhun ölmezliği
ve ilahi adaletin tecellisine olan inançlar, insanların kendi adalete susamışlıklarının soyut bir
plana aktarılmasından ibarettir. Dünya ötesi, bir insani isteğin şekil değiştirmiş halidir.
Feuerbach'a göre bu durum, dinle rüya arasında önemli bir benzerlik ortaya çıkarmıştır:
"Duygu açık gözlerle gördüğümüz bir rüyadır, din uyanan bilincin rüyasıdır, rüya dinlerin
esrarının anahtarıdır."24 Feuerbach, insanın dinsel fikirlerinin kendi iç dünyasının yansıması
olduğunun farkına vardığında artık kendi tabiatının dışında bir miyar aramayacak, kendi
kişiliğini idrak etmeye çalışacaktır, demektedir. Bu çıkarımını ise Hıristiyanlık dini üzerinden
yaparak, artık insanların Hıristiyanlığı sadece akıllarından çıkarmak ile kalmadıklarını yaşam
tarzlarıyla zıt halde olan sabit fikirden ibaret olduğunu belirtmektedir. S. Freud'un da bu
konuda benzer fikirleri vardır. Bu iki düşünür de dini yanılsama olarak değerlendirmişlerdir;
fikirlerinin dayandığı anlayış Hıristiyan baba-oğul ikilemindeki tanrı anlayışı ile yakından ilgili
olduğunu düşünüyoruz. Tanrı nereden çıkmıştır, tabiatı nedir sorusuna Feuerbach, "Bütün
duyguların objesi insanın dışındadır, dini obje ise insanın içindedir... Tanrısıyla insanı, insanla
tanrısını tanırsın, bunların ikisi de birbiriyle özdeştirler. Bir adamın tanrısı her ne ise o, onun
gönlü ve ruhudur; dolayısıyla Tanrı tabiatın içine yerleşmiştir." Bu tanımlamadan eğer bir kişi
zalimse onun tanrısı da zalimdir, eğer iyiyse onun tanrısı da iyidir, gibi bir sonuç çıkarmaktan
çok Feuerbach, tanrının somut gerçekliğinden sonra soyut gerçekliğinin de olmadığını bunun
bir yanılsama olduğunu anlatmaktadır. Din yani Tanrı-bilinci, insanın kendisi hakkındaki
23
24
Gös. yer, s.29.
Mardin, a.g.e., s. 40-42.
8
bilinci olarak dizayn edildiğinden insanla tanrı aynileşmesi söz konusudur, ancak insan bu
aynileşmenin bilincinde değildir. İşte bu bilinçsizlik dinin tabiatıdır. O halde din, insanın
kendisini-bilmesinin en ilk ve aynı zamanda dolaylı formudur. Bu bilgilerin zorunlu sonucu
ise: "din, insanlığın çocukluk halidir."25 Ona göre insanın sürekli değişen anlayış ve
inançlarının geleceği nihai sonuç ateizmdir. Böylece din, insan kendi kendisiyle, kendi
tabiatıyla olan ilişkisi olarak açıklanmıştır.
1.2.SIGMUND FREUD'A GÖRE
Freud dini bir nevroz26 ve yanılsama olarak nitelemektedir. İnsanın inançlarının yine
insanın kendisinin yarattığını iddia ederek, bunların insanın nevrozlarından kaynaklandığını
söyler. Kendisine ait olan insan psikodinamiklerine ilişkin teorisiyle ilişkilendirerek din teorisi
geliştirmiştir. Bu teorisinde dinsel inançların, ruhsal gerilimlerin, çatışmaların ve
komplekslerin yansımaları olduğunu tartışmaktadır. Bu teoriye göre, tanrılar veya ruhlar,
kararsız hisler beslemekte olan insanların geliştirdiği atasal figürler olarak tanımlanmakta ve
toplumun ortak paylaşılan fantezileridir, denilmektedir. Sonuç olarak din, ortak bir nevroz
olarak nitelenmektedir. Freud'a göre din, Marx'ın da düşündüğü gibi toplumu oyalayan bir
fonksiyona sahiptir. Ancak Marx'ın bu durumu toplumsal olarak değerlendirmesinden farklı
olarak Freud, durumu şahsiyet problemi olarak değerlendirir. Dini, insanların şahsiyet
problemlerini halletmek için başvurduğu bir oyun olduğunu iddia eder. Freud bu konuda
kişinin çocukluğuna inerek, şahsiyet evriminde ilk safha çocuğun hiçbir şekilde anlamadığı bir
alemde kendisini tamamen güçsüz hissetmesine değinir. Bu güçsüzlüğün karşısında çocuğun
isteklerini yerine getiren bir nevi kâdir'i mutlak olan ana ve babanın belirdiğini dile getirir.
Daha sonrasında inançları daha biçimsel bir şekil aldığında ise kişi, çocukluğundaki durumunu
hatırlatan başka durumlarla karşılaştığında kendini çocukluğundaki durumuna kolayca
uydurur. Eskiden beri özlemini çektiği kâdir'i mutlak'ı başka bir şekil altında yeniden
keşfetmeye hazır ve istekli olur. Din de tam olarak bu özlemi yerine getiren bir yapıdır,
demektedir. Freud'un bu teorisini Erikson'dan bir alıntı yaparak daha da açalım: "Yeni
doğmuş çocukta beliren güveni destekleyen ana baba inanı, tarih boyunca kurumsal
teminatını (bazen de en büyük düşmanını) örgütlenmiş dinde bulmuştur. Korumanın sonucu
olan güven, herhangi bir dinin gerçekliğinin mihenk taşıdır. Bütün dinlerde ortak olan şeyler
şunlardır: dünya nimetleri gibi, manevi sağlık dağıtan yaradana ya da yaradanlara zaman
zaman çocuksu teslim oluş; insanın önemsizliğini belli eden bir küçülme ya da alçakgönüllü
davranış; dua ve şarkı yoluyla kötü davranış, kötü düşünce ve niyetlerin itiraf edilmesi ve
tanrısal rehberlik sayesinde iç huzuru için içten gelen yakarış; son olarak, bireysel güvenin
ortak bir inan, bireysel güvensizliğin ortak olarak kavramlaştırılmış bir kötülük olması gereği.
Öte yandan, bireyin kendine gelmesinin kaynağını çoğunluğun katıldığı ayinlerde bulması ve
cemaate güvenin bir işareti haline gelmesi de bu ortak noktalardandır."27 Hülasa, temelde
Çalışkan, a.g.e., s.34-35.
Nevroz, toplumsal tavır ve davranışları tutuklayan ve kişide ruhen hasta olduğu bilinciyle birlikte bulunan
tinsel bir hastalıktır.
27
Mardin, a.g.e, s.43-44.
25
26
9
Freud'un çocukluk psikolojisiyle doğa olayları karşısında ana-babaya benzer sığınak ve
koruyucu arayışı daha sonrasında tanrıya veya tanrılara yönelttiğini ve dinin çıkışının da
burusu olduğunu söylemektedir. Ona göre insanın bu evrensel saplantısı çocuğun
büyümesiyle, yani insanlığın bilimsel ilerlemesiyle, ortadan kalkacaktır.
1.3.KARL MARX ve FRIEDRICH ENGELS'A GÖRE
Marksistler, dini ideolojik olarak değerlendirirler. Bu dünyadaki gerçek bir özgürlük
yerine öte dünyadaki aldatıcı bir özgürlüğü vaat ederek, çeşitli toplumsal baskılar altındaki
insanların devrimsel potansiyellerini dengelemeye ve kendi hakimiyetlerini olağanlaştırmaya
ve haklı çıkarmaya hizmet eden hakim sınıfın ideolojisinin bir ürünü olarak tanımlarlar. Dinin
bu yönde kullanılabilir bir fonksiyon olduğunu hiç kimse yalanlayamaz, ancak dinin varlığının
sebebinin bu olduğunu söylemekte pek mümkün değildir. Nitekim Marx, yukarıdaki bilinen
ve Marksistlerce yapılan tanıma katılıyor olmakla birlikte dinin oluşum şeklinin bu şekilde
olmadığını, tanımdakinin bir sonuç olduğuna değinir. Zaten sistematik olarak din konusu ile
de meşgul olmamıştır. O'na göre bilinç, toplumun bir ürünüdür, dinsel dünya gerçek bir
dünyanın yansımasından başka bir şey değildir. Yani insan dini inşa eder, din insanı değil;
Freud gibi, bütün dinlerin insanların gündelik hayatlarını kontrol eden güçlerin insan
beynindeki fantastik bir yansıması olduğun söyler. "Din, kalpsiz bir dünyanın kalbidir."
İnsanların bu acımasız dünyada dine sığınarak huzur aradıklarını ileri sürer. Dini sonuç olarak
ele aldığında, Marksistlerin de belirttiği gibi, belli bir sınıfın hakimiyetini meşrulaştırdığını;
insanlara uysal olmayı ve efendilerine boyun eğmeyi öğrettiğini söyleyerek, dinin halkın
afyonu olduğunu belirtmiştir. Dinin bu dünyadaki adaletsizliklere karşı çıkılmasını hayali bir
başka bir dünya oluşturarak engellediğini söylemektedir.28 Ancak bunlar tamamıyla dinin
sonuç kısmı ile alakalıdır, dinin oluşmasına dair Marx, Marksistlerden şu sözleriyle farklı
düşünmektedir, diyebiliriz: "Din, baskıya tabi yaratıkların iç çekmesi, kalpsiz bir dünyanın
kalbi, ruhsuz olayların ruhudur. (Din) halkın afyonudur."29 Cümlede belirtilen afyon,
Marksistlerin anladığı vicdansız bir üst sınıfın halkı uyutmak için kullandığı bir araç değil,
insanların kendilerini olayların yüzeyinde batmadan tutabilmek için kullandıkları bir kendi
kendini aldatmacadır. Yani Marx, dini insanların hayatın acımasızlıklarına karşı, üst sınıfın
proletaryayı eziyor olmasına karşı çaresiz kalan bu kitlenin kendini avutması ya da
uyuşturması için kullandığı bir araç olarak değerlendirmiştir. Bu anlayışı tarihsel materyalizm
ile bütün tarihte öyle olduğunu vurgulamıştır. Marx'a göre, insan dindeki aldatmacayı
anladığı andan itibaren kendi kendini esir ettiği şartların ortan kaldırılması zorunluluğunu da
anlamış olur. Bu aldatmacanın anlaşılmasının da tek yolunun devrim ile mümkün olduğunu
şu sözleriyle "sosyal varlık bilinci belirler"30 belirtmiştir. İnsanın kendi kendisini aldatmasıyla
alakalı ve yine bunun farkına vardığında bundan kurtulmanın mümkünlüğü konusunda Marx
ile Feuerbach'ın düşünceleri benzerdir.
28
Bozkurt, a.g.e., s.245.
Mardin, a.g.e, s.42.
30
Fulya Saatçıoğlu ve Murat Ukray, Das Kapital & Karl Marx, Ankara 2014, s.203.
29
10
Marksistler, sonuç bağlamında dinin duyguları uyuşturan ve onları acıya karşı
dayanıklı kılan bir uyuşturucu gibi görürler. Tanrının kendi suretinde insanları yaratmadığını,
insanların tanrıları kendi suret ve benzeyişlerinde yarattığını söyleyerek, Feuerbach'ın şu
sözlerini delil olarak kullanırlar: "kuşların bir dini olsaydı, tanrıları da kanatlı olurdu". Dinin
tarihin başlangıcından beri sınıflar oluşturduğunu da iddia ederek şöyle açıklarlar: Babil
tanrısı Marduk'u referans göstererek, tanrıların insanları kendisine hizmet etmesi için
yarattıklarını, yani tapınak ayinleri veya bayağı işleri yerine getirmek, tanrılara yiyecek
sağlamak ve sair. Bu durumun insanlığı iki sınıfa böldüğünü, dokunulmaz olan tanrıların,
egemen sınıfı ve hizmet edenlerin emekçi sınıfı oluşturduğuna dikkat çekerler. Bu sayede din
adamları çalışma gerekliliğinden kurtularak tanrının yeryüzündeki fiziksel temsilcileri olarak
hizmetlerin tamamına ve ayrıcalıklara sahip olmuşlardır. Dinin amacının çoğunluğun azınlığa
köle yapılmasının ideolojik haklılığını sağladığını, mamafih bu durumun antik veya modern
toplumun gerçekliği olduğuna vurgu yaparlar. Marksistler dünya da var olan bütün dinlerin
başlangıçta komünist yapıya sahip olduklarını, resullerin ve ona tabi olan ilklerin de komünist
olduklarını söylerler. Bu çıkarımı yaparken ilk dönemlerini değerlendirir ve yapılanlara
bakarlar ki bu konuda tamamıyla haklıdırlar. Yeni ortaya çıkan ilahi ya da dünyevi dinlerin
tamamı ezilenleri, yoksulları, açları destekler ve onların tabii olmalarıyla genişlemiş ve
büyümüşlerdir. Bu ilklerin yaptıkları ve söyledikleri komünist ilkelerle ve söylemlerle
neredeyse birebir örtüşmektedir. Hıristiyanlık üzerinden verilen örneklerden bazılarını
alıntılayarak bunun gerçekliğini pekiştirebiliriz:
"Bu dünyada bulunan tüm şeylerin kullanımı tüm insanlar için ortak olmalıdır. En
büyük kötülük, bir insanın diğerlerine -bu benim, şu senin- demesidir ve bu
insanlar arasındaki kavganın kökenini oluşturur." Aziz Clement (ölüm: ms 101)
"Hangi şeyleri -benim- olarak adlandırıyorsun? Hangi şeye benim diyebiliyorsun?
Kimden aldın onları? Sen, bir vesileyle tiyatroya erkenden gidip hiçbir engelle
karşılaşmaksızın halkın geri kalanı için ayrılmış olan koltukları ele geçiren, onların
zamanında gelmediklerini iddia eden ve oturmalarını engelleyen, gerçekte ortak
kullanıma ayrılmış mülklerin sadece kendi kullanımında olduğunu savunan biri
gibi konuşuyor ve davranıyorsun. Ve zenginler tam da böyle davranır." Aziz Basil
(ölüm: ms 379)
"Dünya, üzerinde doğmuş herkesin ortak malıdır ve bu yüzden dünyanın tüm
ürünleri hiçbir ayrım olmaksızın herkese aittir." Aziz Gregory (ölüm: ms 604)
"Doğa, zenginliğini tüm insanların ortak kullanımına sunmuştur. Tanrı her şeyi
cömertçe yarattı ki, tüm yaşayanlar bunlardan ortak bir şekilde zevk alsın ve
dünya hepsinin ortak mülkiyeti olsun. Özel mülkiyet hakkını yaratan sadece
adaletsiz gaspken, topluluk hakkını doğuran bizzat doğadır." Aziz Ambrose (ölüm:
ms 397)
11
Bu sözler Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde söylenmiş sözlerdir, bunlara bakıldığında
komünistlerin de söylediği gibi sınıf mücadelesinin temelinin özel mülkiyet hakkı olduğuna
vurgu yapılmaktadır. Dolayısıyla bütün kavgaların sebebinin de bu olduğuna
değinilmektedir.31 Ancak Marksistlerin komünist olarak değerlendirdiği Hıristiyanlığın ilk
inanları daha sonraki yıllarda hakim sınıfın hegemonyasının altında değişmiş ve erkin yanında
yer alarak ezilenlere karşı mücadeleye girişmiştir. Hıristiyanlığın ilk inanan komünistleri,
yerini inanlarından günahlarının affedilmesi karşılığı para alanlar, öteki dünyadan inananlara
yer satanlar ve saire bırakmıştır. Kilise ve din artık ezilenin yanında değil ezen güç olan devlet
erkinin içine sızmıştır. Bu durum sadece Hıristiyanlığa özgü değildir, dikkatlice incelendiğinde
diğer bütün dinlerin tarihi seyrinin de bu şekilde olduğu rahatlıkla görülebilir.
F.Engels, "devlete ilişkin olarak, din bütünüyle kişisel bir sorundur", demiştir. Bu sözü
yorumlayan Lenin ise: "devlet dinle ilgilenmemelidir; dinsel kurumlar devlete bağlı
olmamalıdır. Herkes istediği dini savunmakta ya da dinsiz, yani genelde her sosyalist gibi
ateist olduğunu açıklamakta özgür olmalıdır", demektedir. Ancak Lenin, "Proletaryanın
partisi, devletin dinin kişisel bir sorun olduğunu ilan etmesini ister, ama halkın afyonuna karşı
mücadeleyi, dinsel hurafeler vb. karşı mücadeleyi kişisel bir sorun olarak görmez.
Oportünistler sorunu, Sosyal Demokrat Parti dini kişisel bir sorun olarak görüyormuş gibi
çarpıtıyorlar" demektedir.32 Lenin, dine inanma konusunda herkesin özgür davranması
gerektiğini ve devletinde bunu sağlaması mecburiyetinde olduğunu söylerken aynı zamanda
devletin bu afyonla da mücadele etmesi gerektiğini belirtmektedir. Bir taraftan özgürlükçü
davranılması ve bu konun bireylerin özgürlüğüne bırakılması gerektiğini vurgularken öteki
taraftan da devletin bununla mücadele etmesi gerektiğini söyler. Aynı düşünce bütün
Marksist-Leninistlerde mevcuttur, onlarda din konusunda insanların özgürlüğüne vurgu
yaparlar, ancak diğer taraftan bireyin dininden vazgeçmesi için onunla mücadele eder ve bu
mücadeleye kendilerini mecbur hissederler.
Gerek semavî dinlerin gerekse ahlak dinlerinin telkin ettiği komşunu sev, insanlara
yardım et gibi ahlaki öğretilerin sınıflı toplumlarda mümkün olmadığını söyleyen Marksistler;
kıran kırana bir rekabet ahlakının eşlik ettiği, komşumu yoksulluğa sürükleyen vb. durumları
yaratan pazar ekonomisi, kapitalistleşen insanlık bilinci ve ahlakı, bu gibi ahlaki telkinleri zor
hatta imkansız bir öneriye dönüştürüyor, demektedirler. İnsanların psikolojisini ve
davranışlarını değiştirmek için öncelikle onların yaşam biçimlerini değiştirmek zorunludur. Bu
durum bir yabancılaşmadadır; yabancılaşma denilen şey şundan ibarettir: ölü şeyler
(sermaye) canlı gibi görülür, canlı şeyler ise (insan, emek) ölü, önemsiz, anlamsız addedilir.
Marx'ın dindeki kendi kendini aldatmaca durumu da bir yabancılaşmadır; proletarya, bu
yabancılaşmanın sadece din planında değil, sosyal, iktisadi ve siyasi planlarda gerçekleştiği
sınıftır. Bu yüzden yabancılaşmanın muhtelif şekillerde üstüste bindiği proletarya, devrimi
gerçekleştirecek olan gruptur. Marx'a göre ideoloji ile din arasında kuvvetli bir bağ vardır,
ona göre dinin özelliği, kullanılan bir tahakküm aracı olmaktan çok, insanın sarıldığı bir
31
Das Kapital & Karl Marx, s.174-175.
Gös, yer, s.194-195.
32
12
kurtarma aracı olmasıdır. Marx'ın din hakkındaki düşünceleri ve izahı, dinin belirli bir
toplumun mekanizmalarını devam ettirmeyi sağlayan, öğrenilmiş fikri kalıplardan biri
olmasıdır. Dinin, ideolojik niteliği de kendisini bu noktada göstermektedir. Aslında dinin
afyon fonksiyonu başka herhangi bir sistemin afyon fonksiyonundan farklı değildir. Bütün
kültürün, hangi sistem altında olursa olsun, kendi kendini devam ettiren bir nitelik taşıdığına
bakılırsa içindeki unsurların tümü ideolojik bir mahiyet taşımaktadır. İdeoloji, Marx'ın
çıkarımında olduğu gibi özel bir aldatmaca değil, toplumun kendi kendini devam ettirebilmek
için içinde bulunan bütün fertlere, başka başka alanlarda oynattığı oyunun kuralları haline
gelmektedir.
1.4.MAX WEBER'E GÖRE
Weber'e göre dinin ilk amacı insanın varoluşuna anlam vermesidir. Dinin toplumu bir
arada tutmasının yanında toplumun değişimi için bir fonksiyon olduğunu düşünür. Bir
toplumun dizaynının, o toplum üyelerinin nihai gerçeğin ne olduğunu düşünüp
düşünmediklerine bağlamaktadır. Bu bağlamda dinin getirdiği dünya görüşünün etkisinin
toplumu etkilediğini ve onu dizayn ettiğini söylemektedir. Weber bu düşüncesiyle
kapitalizmin gelişimini Protestanlığa bağlamaktadır. O'na göre dini olaylar ile ekonomik
olaylar arasında bağlantı mevcuttur. Bunlardan birisi birini tek taraflı olarak
etkilememektedir, ikisi de birbirini etkileyebilmektedir. Bu konuda Weber, "hiçbir ekonomik
ahlak sistemi yalnızca din tarafından belirlenmemiştir" demektedir. Weber, çalışmalarında
dinin ekonomik olaylar üzerindeki etkisini anlamaya çalışmış; dinin ekonomik ahlakını teolojik
dogmalar olarak değil, dinin kendi üyelerinden istediği, onlara zorla kabul ettirdiği pratik
davranış biçimlerinin bütünü olarak görmüştür.33 Protestanlığın dünya görüşü kapitalizmi
gelişmiş kapitalizm haline getirdiğini dile getiren Weber, Protestanlığın Kalvinist şeklinde
insanın kendi amaçları için değil tanrının verdiği tabiat intizamını gerçekleştirmek için
dünyaya geldiği inancı bu sistem içindeki insanları toplumun rasyonel yönlerini geliştirmeye
yöneltmiş ve böylece pazar mekanizmasının rasyonellik unsurlarını bir Tanrı görüntüsü olarak
kabul edip onları kullanmaya sevk etmiştir.34 Kalvinizm'de ki elde edilen zenginliklerin şahsi
çıkarlar için kullanılmayacağı prensibi birikime yani sermayeye yol açmıştır. Ayrıca başarılı
olmanın tanrının bir lütfü, sevgili kulu olma olarak görüldüğü bu mezhepte, çalışkan olmak
teşvik edilmiş ve ibadet olarak görülmüştür. Weber'e göre kapitalizm bu şekilde gelişme
sağlamıştır. Weber'in din konusundaki görüşü ortaya amaç rasyonalitesi ve değer
rasyonalitesi arasındaki farkı ortaya çıkartmıştır. Amaca göre rasyonellik insanın amacını
seçme serbestliğinin yanında bu amaca en kısa yoldan varacak yolu seçmekte serbest
olmaktır. Kalvinistlerin tanrının sevgili kulu olabilmesi için tercih ettikleri yol amaç
rasyonalitesidir. Çünkü nasıl olduğundan çok olmuş olmak önemlidir. Değere göre rasyonellik
belirli bir amaca yönelirken bir insanın, değerlerinin etkisi dolayısıyla yalnız araçlarını
seçebilmesi, amacın sabit olmasıdır. Weber'in dinin toplumu değiştirmesine yönelik kendi
yaptığı çalışmalarda ele aldığı dinler hakkında şunlar söylemiştir: Konfüçyanizmi, eğitim
33
34
Bozkurt, a.g.e., s.248.
Şerif Mardin, a.g.e, s.35.
13
görmüş dünyevi akılcılıkla hareket eden kişilerin statü ahlakı olarak ifade edilmiş ve bu
tabakadan olmayanlar adam sayılmamıştır. Bu statü ahlakı Çin'in yaşam biçimini ciddi
derecede etkilemiştir. Hinduizm ise, resmi görevi olmayan kişiler ve topluluklar için bir çeşit
manevi ve törensel danışman işlevi gören kültürlü bir aydınlar kastı tarafından oluşturulmuş
ve babadan oğula taşınmıştır, demektedir. Budizm'i dünyayı reddeden ve evleri olmadığı için
devamlı göç eden, sadakayla geçinip düşünceye dalan keşişler tarafından yayıldığını ileri
sürer. İslam'ı dünya fatihi savaşçılarının dini olarak değerlendirir ancak bu konudaki
çalışmalarını tamamlamamıştır. Museviliği ise büyük sürgünden beri parya halklar dini olarak
değerlendirmiş, Hıristiyanlığın da yolculuğuna bir gezginci zanaatkar dini olarak başladığını
dile getirmiştir.35 Dinin ekonomideki etkisine dair son olarak, geleneksel olarak insanlar
sadece temel ihtiyaçları için çalışmışlardır, ancak Protestan etik, bu anlayışı değiştirmiştir.
Artık insanlar kâr etmek için çalışıyor, dinin gereği olması gereken yardım etmek yerine
biriktiriyor ve yeni yatırımlar yaparak daha da çoğaltıyordu. Çünkü inandığı etik ona tanrının
sevgili kulu olmanın yolunun bu olduğunu aşılıyordu. Weber bu yaklaşımı kapitalizmin ruhu
olarak adlandırmıştır.
1.5.EMILE DURKHEIM'A GÖRE
Daha öncede belirtmiş olduğumuz gibi Durkheim, Totemizm'i insanlığın en eski dini
olarak kabul eder ve ona göre totemcilik dinin özünü açıklamaktadır. Totemciliğin
incelenmesiyle toplumsal bir olgu olan dinin kavranabileceğini ileri sürer. Durkheim'a göre,
dinin en önemli öğesi yüce bir tanrıya inanmak değil, dünyanın kutsal olan ve kutsal olmayan
şeklinde bölünmesi olduğudur.36 Böyle bir çıkarım yapmasının sebebi tanrısız dinlerinde
mevcut olmasıdır. Ayrıca Durkheim dinin gizem ve doğaüstü kavramlarla da
tanımlanamayacağını söyler. Din kutsal nesneler, inançlar ve ayinler bütününden
oluşmaktadır. Dinin önce kutsalı belirlediğini sonra bu kutsalla ilgili inançların
örgütlenmesinin gerçekleştiğini, son olarak da inançlardan az çok mantıklı bir biçimde çıkan
ayin ve uygulamaların şekillendiğini söyler. Bu sistematikte Durkheim, dinin bir toplumsal
bütünleşme aracı olduğunu düşünmektedir. İnsanların bilgilerinin büyük bir kısmını ve bu
bilgilerin düzenlenmesini de dinden aldığını söylemekle birlikte dinin kolektif düşüncenin en
uç noktası olduğunu dile getirir. Durkheim, dinin insanları ilk ve en sıkı şekilde bütünleştiren
güç olduğunu ve dindaşlarına, ülkeye ve yöneticilere bağlılık duygusunu teşvik eder, onlara
ahlaki yükümlülükler verdiğini dile getirir. Durkheim tanrıyı kabul etmemektedir, dinin tek bir
kaynaktan çıktığını ve bu kaynağında toplum olduğunu söyler. O'na göre, kolektif bilinç dini
oluşturur, kolektif bilincin kaynağı ise toplumdur. Dolayısıyla tanrı kavramının ve kutsal
olanın kaynağı kolektif bilinci oluşturan toplumdur. Durkheim, toplumun tüm varlığıyla düzen
ve yapılarının dinde ifade edildiğini dile getirir; din toplumun minyatürleştirilmiş modelini
veren kurumdur. Dini ritüellerin ise, o toplumun içinde yaşayan insanların zaman zaman
kendi sosyal anayasasını hatırlamasını mümkün kılan bir toplum değerleri doğrulması gibi
35
36
Bozkurt, a.g.e., s.249-250.
Bozkurt, a.g.e., s.247.
14
değerlendirmektedir.37 Durkheim'a göre din kişisel değil, toplumsal bir süreçtir. Bu
çıkarımıyla Durkheim, Kur'an'da anlatılan dinin bir süreç olduğu vurgusu ile benzerlik
taşımaktadır; aslında buradaki durum subjektif-objektif arasındaki ayrımdır. Fakat Durkheim
bu durumu totem üzerinden ele almaktadır. O'na göre, totemlere gruplarının birliğini temsil
ettiği için tapılmaktaydı. Totemin kutsallığı bir kere kabul edilince artık o toteme tapan
toplumunda kutsallığının temelleri atılmış oluyordu. Bu nedenle toteme gösterilen saygı, o
topluma da gösterilmekteydi. Dinsel şeylere saygının aslında otoriteye hürmetten başka bir
şey olmadığını da söylemektedir. Durkheim'in teorisinden insani veya toplumsal her şeyin din
ya da dini mahiyet arz ettiği sonucuna varabiliriz. Bu şekliyle dinin din olabilmesi için
toplumun aşırı önemsenmesi anlamına gelmektedir. Bundan dolayı Durkheim'in, din
duygusunun kişisel yönünü fazlaca ihmal ettiği açıktır. Onun din tanımı hakkında 'toplumların
tanrısallaştırdığı' ya da 'tanrıların toplumun kılık değiştirmiş şeklinden başka bir şey
olmadıkları' çıkarımı yapmak mümkündür. Ayrıca bir topluluğa sahip olmayan hiçbir din
yeryüzünden kalkmış değildir, aynı şekilde toplumların yaptığı her şeye dinsel damga vurmak,
bütün dinler için ne derece geçerli olacaktır.
1.6.ERICH FROMM'A GÖRE
"... böylesi dinsel yaşantıların temel özelliği, insanların kendi dışlarındaki görülmez,
tutulamaz ve duyulmaz olan bir güce teslim olmalarıdır. Bu tür dinin en büyük erdemi itaat,
baş günahı ise itaatsizliktir. Tanrı'nın en güçlü ve her şeyi bilen oluşu tanımlamasına karşı,
insan güçsüz ve anlamsızdır. Kendini tam anlamıyla Tanrı'ya adadığında ve ancak bu yolla
insan güç kazanır. Kendini güçlü bir otoriteye adamak, insanı yalnızlıktan, kısıtlılıktan ve terk
edilmişlik duygusundan kurtaran çözümlerden biridir..."38 Fromm bu tanımı otoriter dinler
için yapmaktadır. Dinin özelliklerini insancıl (humaniter) ve otoriter olgular içermesi olarak
ikiye ayırır. Fromm'da tanrıya inanmak konusunda Durkheim gibi düşünmektedir; dinde
önemli olanın tanrıya inanmak ya da inanmamak olmadığını, insancıl bir yaşam biçimi ile
otoriter ve puta tapıcı bir yaşantı arasındaki bir ayrımda olduğunu belirtir. Dinin toplumdaki
erk ile işbirliği içine girmesi halinde insancıl özünden uzaklaştığını dile getirir. Fromm, insancıl
dinlerin, insan ve onun güçleri ile ilgilenmesini şu şekilde belirtir: "İnsan, kendini ve diğer
insanlarla olan ilişkilerini anlayabilmek, evrendeki yerini kavramak için öncelikle aklını
geliştirmelidir. Ve insan gerçeği tanımak, olanaklarının ve gücünün sınırlarının farkına
varmak zorundadır. Sevme güçleri gelişmeli, kendi kendine karşı saygısı artmalı ve tüm
canlılarla beraber olduğu deneyini yaşamalıdır. Bu tür bir dinsel yaşantı, evrenle bir olduğu
sezgisini verir insana. Dünya ile olan ilişkisini düşünce ve sevgi üzerine kuran bir kişi, kendini
tüm evrenle birlik olmuş gibi hisseder. Hümaniter bir dinde insanın çabası, güçlerini
kullanmayı öğrenmek yönünde yoğunlaşır. Erdem, itaatte değil, kendini gerçekleştirmektedir.
İnanç, bir şeye inanmanın getirdiği bir güvendir ve düşünce ile duygunun işbirliği altında
gelişen kişisel deney sonucu ortaya çıkar. Yoksa belirli bir davranış biçimini, onu koyandan
ötürü doğrudan kabullenmek değildir. Otoriter dinlerdeki suçluluk duygusu ve acı çekme
37
38
Şerif Mardin, a.g.e, s.45.
Erich Fromm, a.g.e., s.55.
15
yerine, burada baskın olan duygu sevinçtir."39 Fromm'un inanç konusunda söylediği şey
önemlidir. İnancın akıl ile bizzat deneyim sonucu ortaya çıktığına vurgu yapıyor ve davranış
biçimlerinin bu şekilde kabul edilmesi gerektiğini yani dinin emrettiği herhangi bir şeyin
nedenselliğini sorgulamadan, bilmeden kabullenilmemesi gerektiğine dikkat çekiyor. Aksi
durumda sadece din bunu emrediyor ve bu yüzden böyle kabul ediyorum, demek bilmeden
kabullenmek ve uygulamak olacaktır. Ve böyle bir durumda düşünce ve duygudan
bahsetmek mümkün değildir. Fromm, Toplum bireylerince paylaşılan ve o bireylere belli bir
yön belirleyen, belli bir bağlanma amacı kazandıran herhangi bir düşünce ve eylem sistemine
din denilebilir, demektedir. Ona göre böyle bir sistemin tanrılı ya da tanrısız olmasının bir
önemi yoktur.40 Din olgusuna sahip olmamış hiçbir kültür olmadığını ve gelecekte de
olmayacağını söyler. Dolayısıyla tanrılı-tanrısız, hatta çağdaş seküler sistemler bile bu tanıma
göre din olarak görülür.41 Bu konuda L.Nortbourne, tanrı kaynaklı ve merkezli olmayan inanç
sistemlerinin de din olarak tanımlanmalarına karşı çıkarak, beşeri bir takım sistemlerin dinin
yerini alabileceklerini ancak onların din olarak tanımlanmalarının bir zihin karışıklığına
sebebiyet vereceğinden dolayı, doğru olmayacağını söyler. O'na göre din sözcüğü, en başta
beşerî zihnin bir kurgusu olmayan, bilakis tanrı kaynaklı bir şey için kullanılır. 42 Ancak bunun
böyle olmadığını Fromm ve Durkheim'in görüşleriyle belirtmiştik, ayrıca Kur'an'ın da bu tarz
beşerî sistemleri din olarak kabul ettiğini aşağıda detaylıca aktaracağız.
2.İSLAM LİTERATÜRÜNDE DİN
İslam alimlerinin din kavramı hakkındaki tanımlamalarında odak noktası İslam dinidir,
o baz alınarak tanımlamalar yapılmaktadır. Ayrıca İslam literatüründe bu konudaki verilerin
çok fazla olmadığı ve varolanların da birbirine benzerlik taşıdığını, Batı'daki çeşitliğin burada
olmadığını belirtelim. İslam alimleri Kur'an-ı Kerim ayetlerinden yola çıkarak genel olarak dini
şu şekilde tanımlamışlardır: "Din, her konuda insanları, akıllarını, irade ve isteklerini
kullanarak, hayır olan şeylere götüren, böylece dünya ve ahiret saâdeetine ulaşmalarını
sağlayan, peygamberler aracılığıyla Allah'ın gönderdiği ilahi esasların bütünüdür."43
demişlerdir. İlk tanımlarda birisi Zeccâc'a aittir: "Din, yaratılmışların kendisiyle Allah'a kulluk
ettiği, Allah'ın uyulması ve yaşam biçimi haline (adetuhum) getirilmesini emrettiği ve yine
kendisiyle insanlara karşılık verdiği şeylerin tümüne verilen isimdir." Dîn kelimesinin
anlamlarıyla çerçevesi çizilmiş bir şekilde bu tanım karşımıza çıkmaktadır. En yaygın tanım ise
Cürcânî tarafından dile getirilmiştir: "Din, akıl sahiplerini peygamberin bildirdiği şeyleri kabule
çağıran ilahî bir düzenlemedir." Benzer bir tanımı Ezraî de yapmaktadır: "Din, Allah'ın
peygamberleri diliyle kulları için koyduğu (şere'a) şeydir." Beycûrî ise önceki tanımları da içine
alacak şekilde şöyle düzenlemiştir: "Yüce Allah'ın, bizzat hayra sevk etmek üzere kulları için
vazettiği hükümlerdir." Anlaşılacağı gibi klasik devirde din tanımı, İslam dinin tanımından
39
Erich Fromm, a.g.e., s.57.
Karacoşkun, a.g.m., s.25.
41
İsmail Çalışkan, a.g.e., s.36.
42
Lord Nortbourne, Modern Dünyada Din, İstanbul 1995, s.11.
43
Ahmet Hamdi Akseki, İslam, İstanbul 1996, s.53.
40
16
başka bir şey değildir.44 Bunlar genel din kavramı tanımından ziyade İslam'ın, hak dinin veya
Allah'ın dinin tanımları olduğu açıktır. Batı'da yaygın olan doğru dini tanımlama eğilimi
burada hak dini tanımlama şeklinde görülmektedir. Burada dinin kaynağının Allah olduğu
açıkça belirtilmektedir. Ayrıca vahiy ve ahiret öğeleri de tanım kapsamına dahil edilmektedir.
Vahiy ile insanın dine müdahalesi dışarıda bırakılmıştır, Reşid Rızâ'nın tanımında görüldüğü
gibi: "Din, Allah'ın insanlığa kendilerinden birinin dili aracılığıyla ihsan ettiği, kendisine bu
aracı tarafından hiçbir müdahalenin söz konusu olmadığı ve yine bu aracının ne bir
başkasından ne de kendi kendine elde edeceği bilgi ile ulaşamayacağı ilahî bir düzenlemedir."
Konu İslam ile sınırlandırıldığında Taberî daha özgün bir tanım yapmaktadır: "İslam, ibadette
ihlâs, Allah'ı birleme, kalbin ve azaların Allah'a boyun eğmesidir." Tek bir din ele alındığında
onu tanımlamak için temel özelliklerini bir araya getirmekle mümkündür, yerinde ve
tutarlıdır. Fakat bu durum diğer dinleri dışarıda ve genel bir din kavramı tanımına engeldir.
Sicistânî'ye göre: "Din, insanın İslam veya onun dışındakileri kendine din olarak
benimsemesidir." İnsanın her ne olursa olsun seçip yaşadığı genelleştirilmiş bu din kavramını
Askerî ile daha da netleştirelim: "Müşriklerin dininde olduğu gibi şeriatı olmasa da insanın
gittiği ve kendisini Allah'a yaklaştırdığına inandığı yoldur." demekle Allah'a giden yolu ön
plana çıkartmıştır. Bu tanımlar insan-Allah ilişkisi üzerine kuruludur, yani subjektif
tanımlardır, dolayısıyla genel bir din kavramını tanımlamadan uzaktırlar. Ancak ilk grubun
tanımlarına göre vahiy dışı olan dinleri de içine almışlardır. Bu tanımların en genelini İbnu'l
Cevzî yapmaktadır: "Din, insanın kendisi için gerekli gördüğü ve bağlandığı (iltizâm) şeydir."
Zorlama ile benimsenen şeyin din olamayacağını çünkü dinin "kalp ile bağlanılan şey"
olduğunu dile getirerek, dini insanın özgür seçimi ile içselleştirdiği bir şey olarak
görmektedir.45
Klasik devire göre çağdaş müelliflerin din kavramı tanımları subjektif-objektif olarak
ele alınmıştır. Bunlardan birisi olan Draz şöyle demektedir: "Din, insanı ilgilendiren şeylerde
düzenleme ve tasarruf sahibi, yüce ve gaib varlık veya varlıklara şuurlu ve özgür irade ile
seçerek inanmak, bundan dolayı da korku ve arzu, yüceltmek ve boyun eğmek suretiyle bu
yüce (ilahî) bir varlığa inanmaktır. Bu dinin, bireysel (nefsî/subjektif) yönüdür. Bireyin
dışından (hâricî/objektif) din ise bu yüce sıfatlara sahip ruhî varlıkların hepsi ve bunlara
ibadet yolunu gösteren ameli kaidelerin bütünüdür." Görüldüğü gibi din sadece doktrin
yönüyle değil toplumsal ve bireysel yönüyle de dikkate alınmaya başlanmıştır. M. İkbal ise:
"Din, doktrin açısından içtenlikle kabul edildiği ve tam manasıyla kavrandığı takdirde karakter
ve kişiliği büsbütün değiştirebilecek güçte bir genel hakikatler sistemidir." Bu çerçeveyi
muhafaza ederek dini insanın ilk yaratılış hali yani bozulmamış fıtratına dönüş olarak
yorumlayan A. Şeriati şunları söyler: "Din, insanın kendisiyle varolan dünya endişesinden
kendini arındırarak topraktan Allah'a geri dönmesidir. Din, insanın 'dünya' olarak gördüğü
tabiat ve hayata kutsiyet bağışlayıp ahirete dönüştürmesidir." Bu tanımıyla Şeriati en özgün
din tanımını dile getirmektedir.46 Batı'dakinin aksine Müslümanların din tanımlarında
İsmail Çalışkan, a.g.e., s.40.
İsmail Çalışkan, a.g.e., s.41-42.
46
Gös. yer, s.42-43.
44
45
17
toplumsal yöne ağırlık vermeleri dikkat çekmektedir. Dinin bir yaşam biçimi şeklinde bir
sistem eksenli tanımlanmasıdır. Önceleri toplumsal anlamda sistem olarak yorumlanan ancak
Allah'ın düzenlediği bir sistem olarak görülen din kavramı daha sonraları çerçevesini
genişletmiş hayatın bütün alanlarına yansımaya başlamıştır. Seyyid Kutub'a göre: "Din,
insanların bir kısmının üzerinde yürüdüğü programdır... Din, hayat nizamıdır." veya "Bütün
yaşam programları dindir. İnsanların oluşturduğu bir topluluğun (cemaat) dini bu topluluğun
hayatını yönlendiren programdır (menhec)."47 şeklinde dini tanımlamaktadır. Seyyid Kutub'un
tanımının Kur'an'dan delileri çokça mevcuttur, bu döneme kadar bu tarz tanımların
yapılmamasının sebebi ayrı bir tartışma konusudur. Bu tarz tanımların kaynağının İslam
dünyasından mı yoksa Batı'dan mı geldiğine dair herhangi bir düşünce mevcut değildir. Ancak
şunu belirtelim ki Kutub'un tanımları objektiftir ve subjektif yöne değinilmemektedir. Kur'an
din tanımında subjektif-iman yönü de din kavramı içerisinde anılmaktadır. Fakat Kutub,
tanrısız dinleri de göz önüne alarak böyle bir tanımı yapmış olabilir. Bu görüşü devri dışı
bırakarak, dinin gayesinin böylesi bir yapılanma olmadığı ve insanın sadece Allah'a karşı
kulluğunu bilerek bu çerçevede vazifelerini yerine getirmesi gerektiğine işaret eden
Vahidüddin Han, "Din, psikolojik (en-nefsi) ve dış (el-hâricî) iki esasa dayanır. Yani, Allah'a
bağlılık, boyun eğme, huşu', takva (iç) ve dış dünyada insanın azaları ve dış görünüşüyle
yaptığı fiillerdir (dış)."48 diyerek bu çerçevenin dışında kalan tanımları reddetmektedir.
Kur'an'ın din kavramı tanımını baz alarak insanın bireysel (subjektif) ve toplumsal
(objektif) yaşamında işlevselliğini reddetmek imkansızdır. Biz subjektif-objektif ayrımını imanamel olarak değerlendirmekteyiz, aşağıda bunun nedenlerini aktaracağız. Din tanımlarından
anlaşıldığı kadarıyla bu işlevselliğe iki türlü yaklaşım vardır: ilki, din insanın ayrılmaz bir
parçası, hayatını yönlendiren en önemli olgu iken diğerine göre din, insanın gereksinim
duyduğu, ancak bütün bir hayatını kapsamayan, dahası hayatının yönlendiricisi değil fakat
bireysel ve kişiye has bir olgu olması şeklindedir. Bu tartışmaları bir tarafa bırakarak Kur'an
açısından ele aldığımızda, dinin sadece bireysel bir olgu olarak kalmayıp dış dünyaya da
yansıdığı bir gerçektir. Biz bunu iman-amel birlikteliği olarak değerlendirmekteyiz.
Günümüzde bu tarzda din tanımları yapan alimlerimiz, bu gerçeği şöyle dile getirmişlerdir:
"Din, ferdî ve ictimaî yanı bulunan, fikir ve tatbikat açısından sistemleşmiş olan, inananlara
bir yaşam tarzı sunan, onları belli bir dünya görüşü etrafında toplayan bir kurumdur. O, bir
değer koyma, değer biçme ve yaşama tarzıdır."49 Daha öncede belirttiğimiz gibi Müslüman
düşünürler, din üzerine yaptıkları tartışmaları İslam üzerinde yoğunlaşmaktadır. Batı'da
yaygın olan dini kendi bakış açısına indirgeme çabası, Müslüman düşünürlerde dini İslam'a
indirgeme olarak gözükmektedir. Onlar yaşadıkları fenomenlerle ilgilenmişlerdir. Buraya
kadar olan incelemelerimizden de anlaşılacağı gibi tek bir din tanımının mümkün olmadığı,
her grubun ve hatta her insanın bir din anlayışının olması gibi her din anlayışının da bir din
tanımı olduğu unutulmamalıdır.
Seyyid Kutub, İslam Düşüncesi, çev.: H. Şükrü, R. Tosun, M. Çelen, İstanbul 2006, s.217, 373.
İsmail Çalışkan, a.g.e., s.44-44.
49
Mehmet Aydın, Din Felsefesi, Nakleden: İsmail Çalışkan, a.g.e., s.45. Benzer tanımlar için bkz. Y. Nuri Öztürk,
Din ve Fıtrat; Hüseyin Atay, Kur'an'a Göre Araştırmalar II.
47
48
18
3.KUR'AN-I KERİM'E GÖRE DİN KAVRAMI
İncelememizin ana karakterini bu konu içermektedir, buraya kadar olan bölümde
işlediğimiz din tanımları bu bölümün daha iyi anlaşılabilmesi için hazırlık amacını
gütmekteydi. Çünkü hak din yerel değil evrenseldir, kişilere göre tanımı yoktur, kainata göre
tanımı vardır ve bu dini kainatın sahibi belirler, tanımlar. Din sadece tanrı ile kul arasındaki
şeye indirgenemeyecek kadar önemli ve geniş çerçevededir. Çünkü insan ile alakalı olan her
şeyi açıklıyor ve yol gösteriyor ona bir sistem kuruyor, nizam veriyor. Bu bölümde tam olarak
Allah'ın 'sağlam din budur'50 dediği sistemi O'nun ayetleri ile aktarmaya çalışacağız. Allah'ın
dininin dindarı olmanın tek yolunun O'na teslim olmaktan geçtiğini ve tam da bu sebepten
O'nun dinin adının İslam olduğunu, "Allah'ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Oysa
göklerde ve yerde kim varsa, isteyerek veya istemeyerek Allah'a teslim olmuştur. Hepsi O'na
döndürülecektir."51 göstermeye çalışacağız. Kur'an'da çokça geçen ve geniş bir anlam
yelpazesine sahip olan din kavramının temelinde 'borç ilişkisi' vardır. Borç ilişkisinin en
önemli unsurlarından birinin hesap olduğu malumdur. İnsana her şeyi verdiği için Allah ile kul
arasında borç ilişkisi vardır. Alacaklı olduğu için düzenine uyulmasını, teslim olunmasını ister.
Allah'ın dinin adının İslâm olması ve onun dininin dindarlarına 'Müslim' denilmesi bundandır.
Dinin düzen anlamına gelmesi sebebiyle, insanların kendi kurdukları düzenlere de din
denilmiştir. Bazı âyetlerde dinin Allah'ın yanı sıra insanlara da nispet edilmesinin temelinde
bu vardır. Kainattaki tüm işleyiş Allah'ın kanunları üzerine yürümektedir. İradesi olmayan
varlıkların bu işleyişe karşı koyması mümkün değildir, ilahi ölçülere uygun olarak görevlerini
yapmaktadırlar. İnsanlar ise onu çevreleyen zorunlu ölçüye göre yaşamak durumundadır,
aksi durumda hayatını devam ettiremez. Aynı davranışı gönüllü olarak da yapması beklenir,
uyup uymama konusunda tercih hakkı verilen ama yine ölçü içeren ve din denilen düzene
uyduğunda teslim olmuş ve Müslim vasfını kazanmış olur. 52 Bu kavramın doğru bir şekilde
anlaşılması Kur'an'ın anlaşılması konusunda büyük bir öneme sahiptir. Konumuza girmeden
önce birkaç hususu değinmeliyiz, bunlardan birisi İslam dinin önceki dinlerin devamı niteliği
taşıdığı hususudur. Çünkü Allah gönderdiği bütün dinlere İslam demektedir, dinlerin insan
müdahalesi ile bozulması sonucunda yeniden peygamberleri aracılığıyla düzeltmeye
gidilmiştir. Peygamberler yeni bir din değil, bozulmuş olan dini yapıyı düzeltmek için
gelmişlerdir. Diğer bir konu ise, Kur'an indiği ortamda insanlara, onların kullandığı kelime ve
kavramlarla hitap etmiştir. Ekseriyetle bunların içeriklerinde daraltmak, genişletmek veya
farklı anlamlar yüklemek suretiyle bir nitelik değişikliğine gidilmiştir. Kur'an kendi kendisini
açıklayan bir kitaptır, o anlattıklarını kendi adlandırmasıyla ifade eder. Bu noktada Kur'an
metni bir tutarlılığa ve özgünlüğe sahiptir. Çeşitli müştak ve terkipleriyle birlikte Kur'an'da
çokça kullanılan dîn kelimesi, onun nazil olduğu toplum tarafından kullanılmaktaydı. Özellikle
o dönemin edebiyat eserleri olan şiirlerde bu görülmektedir.53 Öncelikle din kelimesinin Arap
dilindeki anlamlarına ve sonrasında Kur'an-ı Kerim'deki kullanımlarını ele alacağız. Daha önce
Kur'an-ı Kerim, Tevbe 9/36.
Kur'an-ı Kerim, Âl-i İmrân 3/83.
52
Fatih Orum, Kur'an'ın Öğrettiği Kavramlar:Din, İstanbul 2016, s.15-16.
53
İsmail Çalışkan, a.g.e., s.49.
50
51
19
din kelimesinin etimolojisine değinmiştik bu yüzden bu konuyu burada tekrar ele
almayacağız. Din kelimesinin Arap dilinde ve Kur'an'da yerleşmiş olmasından hareketle biz
onu Arapça kabul ederek anlamlara bu dilden bakacağız. Din kelimesi başlangıcından sonuna
kadar vahyin söyleminde yer almaktadır. Kullanımı ise alelade bir kullanım değil, birçok
kelimede olduğu gibi, son derece bilinçli ve planlı bir kullanıma sahiptir. Vahiy öncesi
kullanımına göre içeriği değişmiş ve zenginlik sağlanarak farklı açılım getirilmiş ve
düzenlenmiştir. Arap dilinde "de ye ne" kökünün kullanıldığı anlamlar: birincisi ve bizi asıl
ilgilendiren masdarı dîn ve kısmen de olsa aynı anlamı taşıyan diyânetdir. Dine verilen ilk
anlamlar için ilk tespit dînin soyut anlamının iki obje arasındaki karşılıklı bir ilişki çerçevesinde
'boyun eğme, itaat etme' etrafında kümelendiğidir. Buradan hareketle, kelimeye verilen
çoklu asıl anlamları başlıca üç grupta inceleyeceğiz: Cezâ (karşılık, bedel), Tâ'at ve Âdet.54
3.1.Dîn Şekli: Cezâ, Tâ'at ve Âdet
Cezâ: Karşılık Vermek, Mukabelede Bulunmak, Bedel
Arapçadaki cezâ' kelimesi "bir şeye iyi veya kötü karşılık vermektir." Kelime dinsel
düzlemde ele alındığında, "yapılan işlere iyi -sevap yani mükafat- veya kötü -ilkab yani azab
şekinde- karşılık vermek" gibi bir sonuca ulaşılmaktadır. Türkçede bu kelime anlam
daralmasına giderek yalnızca olumsuz (kötü) karşılık vermekle -ceza vermek, cezalandırmak,
cezaevine koymak, cezaevi vb.- ile sınırlandırılmıştır. Bu anlamın gerçeklik kazanabilmesi için
iki canlı objenin varlığından söz etmek gerekir. Birinci obje önce bazı hareketlerde bulunur,
ardından ikinci taraf aktif duruma geçerek yapılan bu işlerin hesabını yapıp (yargılayıp) ona
göre bir karşılık belirler ki, varılan bu sonuca cezâ' (karşılık, bedel) denir. Bu durumun vuku
bulabilmesi için önceden yapılmış bir eylemin olması; yine bu sonuca varabilmek için bir
hisâb, muhâsebe, kadâ ve hukum işleminin olması gerekmektedir.55 Cezâ kelimesini daha iyi
anlamak için Kur'an öncesi kullanılan darb-ı mesele bakabiliriz: "kemâ tedînu tudânu (Nasıl
yaparsanız o şekilde karşılık görürsünüz)"56 Bu ifadeyi Türkçede kullanılan "ettiğini bulursun"
ile tercüme edebiliriz. Burada dikkat edilmesi gereken husus ise cezâyı verenin diğerinden
üstün olma durumudur: kahr, kahhâr, hâkimi deyyâni mâlik.
Tâ'at: Üstünlüğü Kabul, Bir Şeyi İstekli veya İsteksiz Kabullenmek
Bu kelimede de karşılıklı bir durum söz konusudur ve aynı şekilde bir tarafın üstünlüğü
görülmektedir: itaat eden ve itaat edilen şeklinde. Bazı dilcilerin temel anlam olarak aldıkları
inkiyâd (boyun eğme), dîn kelimesinin önemli anlamsal bir parçasını oluşturmaktadır. Tâ'at
(itaat) kelimesinin anlamı da kendi içerisinde bir genişliğe ve derinliğe sahiptir. Olumlu
ilişkideki itaate, her iki tarafın hür iradesi ile gerçekleşir. Kişi karşıdakine seçmeci (ihtiyârî)
yaklaşarak itaat edebileceği gibi itaat etmeyebilir de. Bazı müellifler olumsuz tarafı ele alarak
Detay için bkz. İsmail Çalışkan, a.g.e., s.53-56.
Detay için bkz. İsmail Çalışkan, a.g.e., s.57.
56
İsmail Çalışkan, a.g.e., s.58.
54
55
20
isyan etmek anlamını da vermişlerdir.57 İtaat kelimesinin Kur'an bağlamında kendisine anlam
yönünden en yakın kelime, se le me kökü ile ilgili kelimelerdir (selime, istislam, islâm).
Nitekim Kur'an'da itaat durumunu daha genel ve metafizik olarak abd ve ibadet kavramları
anlatmaktadır. Bu kelimenin anlamının Arapçada farklılığı üzerine tartışmalar söz konusudur,
bu durum Kur'an'a da yansıtılmaktadır.58
'Âdet, Hâl, Şe'n: Sistemleşmiş veya Devamlı Hale Gelmiş Yapı, Benimsenmiş Olgu
Diğer iki kelimeden farklı olarak bizce, dîn kelimesinin en önemli anlamsal kısmını
oluşturmaktadır. İçerik olarak tekrarlana tekrarlana belirli bir süre sonra oluşan ve devamlılık
arz eden organize bir yapıdır. İnsanların özgür iradeleriyle benimsedikleri, kendilerine mal
ettikleri, deneme yanılma yoluyla belirleyici bir etken olarak hayatlarına giren bu yapısal
olgu, nitelikleri açısından kişisel bir tutumu, toplumda gelenekleşmiş bazı uygulama ve
davranışları, yaşam biçimlerini, ibadet şekillerini, her türlü hukukî ve idarî uygulamaları,
kavramlaşmış din'i içerisine alabilecek anlamsal genişliğe sahiptir. 'Âdetin hem kişisel
psikolojik bir yapı (huy), hem de bir kişi, kişiler veya organize olmuş bir toplum tarafından
benimsenen ve kendine mal ederek sürekli yapılan şey ve içinde bulunulan hal olarak
bireysel ve toplumsal iki kategoride değerlendirilmesi mümkündür. 'Âdetin, tâ'at ve cezâ' ile
ilişkisi ise insanın âdet haline getirdiği şeyi sürekli yaparak artık zorunlu olarak uyulması
gereken bir norm haline gelmesi ve bu normlara göre karşılık görmesi şeklinde izah
edilmektedir.59 Bu anlamı dinsel boyutta ele aldığımız da ise eğer tek kişinin âdetinden
bahsediliyorsa dinin bireysel yönü yani iman ve ibadeti, çok kişinin adetinden bahsediliyorsa
dinin toplumsal yönü ifade edilmek istenmektedir. İsmail Hakkı Bursevî, "Din, insanların âdeti
olmak üzere yerine getirmeleri için emredilmiş şeydir, çünkü din lügatte 'âdet demektir'",
diyerek kavramlaşmış din ile masdar olan dîn/deyn ayrımını yapmaktadır. Lügatlerde dîn
kelimesinin anlamı içinde sayılan din, millet, şeriat, islam vs.. isimler kelimenin gerçek anlamı
değillerdir. Burada dilcilerin tefsirlerden etkilenerek sayılan bu anlamları doğrudan
sözcüklere aktarmışlardır. Buradaki ayrım bu yüzden yapılmaktadır.60
3.2.Deyn Şekli: Borç Alıp-Vermek
Deyn'in asıl anlamı "Huzurda olmayanı, gâib olan her şey"dir. Borç veren açısından
bakılınca, borç vermiş olduğu şey bir müddet için kendinde olmadığından deyndir. "Bir
müddet" vurgusu önemlidir, çünkü deyn aynı zamanda "Zamanı belirlenmiş veya belirli bir
müddete kadar ertelenmiş şey" demektir. Günlük dilde bu masdarın değişik bablarda
kullanılan fiil şekli ve çeşitli isimler: "borçlanmak, borç vermek ve almak, karşılıklı borç
muamelesinde bulunmak, borçla bir şey satmak ve almak, borç işini yapan kişi/ler" şeklinde
özetlenebilecek bir anlam kümesi etrafında dönmektedir. Deyn masdarının anlam kümesinin,
İsyan etmek anlamı için bkz. İsmail Çalışkan, a.g.e., s.59.
Kelime hakkındaki tartışma için bkz. İsmail Çalışkan, a.g.e., s.59-61.
59
De ye ne kökünden gelen kavramsal dini, bazı dilcilerin yaptığı gibi değerlendirmeyip 'adet kısmına dahil
edilmesi hususu için bkz. İsmail Çalışkan, a.g.e., s.61-62.
60
İsmail Çalışkan, a.g.e., s.63.
57
58
21
din kavramının anlamlandırılması ve tanımlanmasında doğrudan bir etkiye sahip olmadığını
düşünmekteyiz. Ancak daha öncede belirmiş olduğumuz gibi Allah ile kul arasındaki borç
ilişkisi yorumu bağlamında düşünmekteyiz.61
Hülasa, dînin anlamsal kümesi, sebep-sonuç bağlamında ele alındığında, itaat ve
borçlanma bu formülün sebep kısmını, ceza ise sonuç kısmını oluşturur. 'Âdet ise, insanlarla
insanlar arasında; insanlarla soyut olgular arasındaki ilişki için kullanılmıştır. Ayrıca bunlar
metafizik alanda Allah-insan ilişkisinde kullanılır ve kavramsal dinin en önemli iki alanı tâ'at
ve cezâ' dile getirir. Nitelik ve nicelik bakımından çok çeşitli olsa da dîn, iki obje arasındaki
karşılıklı ilişkiyi ve tepkiyi sebep-sonuç bağlamında formüle eder. Bu ilişkide cezâ' ve tâ'atte
bir tarafın üstünlüğü söz konusu iken; tâ'at ve 'âdette bir devamlılık ve zorunluluk görülür;
sadece 'âdette bir organize ve yapılaşma söz konusudur. Kur'an'da de ye ne kökü itaat, ceza
ve borç anlamlarında yer yer kullanmakla birlikte, esasen 'âdet anlamını kavramlaştırarak
kendinin ana kavramlardan biri haline getirmiş ve o artık ed-dîn olarak dile getirmiştir.
3.3.Kur'an-ı Kerim'de Din Kelimesi ve Kavramının Kullanımı
Dîn kelimesi, bir defa fiil olarak de ye ne köküne ait dîn masdarının türevleri ise
Kur'an'da doksan beş defa tekrar etmektedir.62
3.3.1.Lügat Anlamında Kullanımlar
Din Edinmek (fiil şekli): "Din edinmek, bir dini benimsemek" anlamında fiil formunda
(yedînûne) bir defa kullanılmıştır. Bir melik veya güç sahibine itaat edip bağlanan kimse bu
durumu kendisine din edinmiş olduğu gibi, Allah'ın gönderdiklerini kabul edip onlara uyan
yani itaat eden kimse de onu kendine din edinmiş olmaktadır. İlgili ayet Tevbe 29'dur63;
Ayetteki yedînûne fiili 'itaat etmek' değil 'din edinmek' anlamındadır. Müşrikler toptan inkarı,
Ehl-i Kitab ise dinsizlikle değil 'hak dini'ni din kabul etmemekle tenkit edilmektedirler.
Ceza ve Hesap: Dîn kelimesinin lügat anlamında Kur'an'da insanların yaptıklarına karşılık
öteki dünyada göreceklerini cezâ olarak yansıtmıştır. İnsan bu dünyada yaptıklarının
karşılığını mutlaka görecektir. Dünya hayatının bitmesi yeni bir sürecin başlaması anlamına
gelmektedir. Bu süreç, dünyada yapılıp-edilenlerin geriye dönmesi yani karşılığının alınması
sonucu yeni bir yaşam biçiminden başka bir şey değildir. Bununla bağlantılı olarak Medîn ve
dîn, Yevmu'd-dîn kullanımları söz konusudur.64 Dîn'in tek başına değil de yevm ile birlikle
kullanımının sebebi, o günün, din için diğer günlerden ayrı ve özel bir gün olduğuna vurgu
yapmaktır. Dîn kullanımı ise ceza ve hesap manasına olup yevmu'd-dîn: Allah'ın insanları
amellerine göre hesaba çekip iyi veya kötü karşılığını vereceği gündür. İnsanın bu dünyada bir
din seçme hakkı ve hürriyeti varken öteki dünyada böyle bir hakkı tabii olarak olmayacaktır.
Gös. yer, s.64-65.
Kulanım türleri için bkz. İsmail Çalışkan, a.g.e., s.67.
63
Allah'a ve ahiret gününe inanmayan (müşriklerle); yine Allah ve Rasulü'nün yasakladıklarını yasaklamayan
yani Hak Dini'ni din edinmeyen (lâ yedînûne dîne'l hakk) Ehl-i Kitap'tan kimselerle isteyerek cizye verip
otoritenizi kabul edinceye kadar savaşın. Kur'an-ı Kerim, Tevbe 29.
64
İsmail Çalışkan, a.g.e., s.66-71.
61
62
22
Allah'a karşı gelme, başka bir yol seçmeye kalkışma, alternatif bir arayış mümkün
olmayacaktır. Mâliki yevmi'd-dînin anlatmaya çalıştığı gerçek budur.
3.3.2.Kavramsal Kullanım
Dîn kelimesinin üç temel anlamından hesâb/cezâ', tâ'at ve 'âdet birisi olan
hesâb/cezâ' Kur'an'da lügat anlamıyla kullanılmıştır. İtaat ve 'âdet ise tamamen kavram
haline dönüşmüştür. Kur'an açısından dini objektif (mutlak din) ve subjektif (değişken din)
olarak ikiye ayırıyoruz. Objektif olan din, Allah'a ait, bütün peygamberlerin getirdiği, esası ve
ilkeleri belli olan, zaman ve zemine göre özünde değişiklik olmayan yani evrensel olan, Kur'an
bütünlüğünden bakılarak 'din budur' denilendir. Subjektif olan ise, insanların algılamasına ve
belirlemesine göre teşekkül ettirilmiş, mutlak dine göre kesinlik arz etmeyen, insandan
insana, toplumdan topluma esasları farklılık gösteren dindir. Subjektif din, ister bir tanrı
gönderisi olarak gelmiş insanların anlayışına göre değişikliğe uğramış olsun isterse bizzat
insanların kendi ürünü olarak düzenlenmiş olsun aynı şekilde değerlendirilir. Objektif
(mutlak) din kavramını içerenler ed-dîn65, ed-dînu'l-kayyım66, dînu'l-kayyıme67, ed-dînu'lhâlis68, dînu'l-hakk69, dînullâh70 dır.
Din kavramını şekillendirebilmek ve din budur diyerek kastedilen şeyi ortaya
çıkarabilmek için vahiy sürecini takip etmemiz gerekmektedir. Dinin kavramsallaştığı bu
sürece cahiliye toplumundan başlayarak vahiyle birlikte bu kavramın nasıl şekil aldığını
ortaya koyamaya çalışacağız. Din kelimesi Kur'an öncesi toplumunda da kullanılmaktaydı,
dönemin anlayışını yansıtan bu kelime kişisel arınma ve haccetmek gibi bazı ibadetler için
sınırlı bir anlamda kullanılmaktaydı.71 Bu kullanım onların kapsamlı bir din kavramından ve
sistematikleşmiş bir organize halindeki dini yapıdan ziyade kişisel bir dini eğilim ve eylemleri
göstermekten ibaretti. Kur'an öncelikle dîn kelimesini dildeki anlamını ahiret hayatıyla
bağlantılı olarak kullanmaya başlamıştır. Bu durum hem din kavramının olgunlaşması hem de
bilinçli olarak bir iman objesine vurgudur. İkinci aşama olarak ahiret inancı ile bütünleşmiş
din kavramına geçiş dönemi oluşturmaktadır. İnsanın varlığını ve bilinçaltını oluşturan daha
önce olmuş gaybî oluşumu hatırlatan; insan hayatında bazı teamüllerin kaçınılmaz
gerekliliğini ve asla ödün verilmemesini vurgulayan ahlakî ilkelerin ağırlıkta olduğu bu süreç,
insanın içsel bakımdan iyice tahrikini sağlamış, kendisini sorgulamaya ve daha iyi
değerlendirerek yeryüzündeki varlık sebebini düşünmeye yöneltmiştir. Bütün bunların
akabinde dini kavramlaştırma sürecinin tamamlanacağı üçüncü evresi başlamıştır. Bundan
sonra artık ed-dîn ve dîn ile oluşan terkipler, bütüncül bir dünya ve ahiret görüşünü yansıtan
Kur'an-ı Kerim, Â'râf 29; Yûnus 22, 105; Lokmân 32; Zümer 2, 11; Mü'min 14, 65; Şûrâ 13, 21; Nahl 52; Rûm
30, 43; Ankebût 65; Bakarâ 132, 193, 256; Enfâl 39, 72; Âl-i İmrân 19; Ahzâb 5; Mumtehine 8, 9; Nisâ 46;
Beyyine 5; Hacc 78; Saff 9; Fetih 28; Tevbe 11, 33, 122.
66
Kur'an-ı Kerim, Yûsuf 40; Rûm 30, 42; Tevbe 36.
67
Kur'an-ı Kerim, Beyyine 5.
68
Kur'an-ı Kerim, Zümer 3.
69
Kur'an-ı Kerim, Saff 9; Fetih 28; Tevbe 29, 33.
70
Kur'an-ı Kerim, Âl-i İmrân 83, 24; Nûr 2; Nasr 2.
71
İsmail Çalışkan, a.g.e., s.64.
65
23
kavramsal dini meydana getirmiştir. Bütün bu süreçler Kur'an'ın nüzul tarihinin, dini
kavramlaştırma sürecinden ibret olduğunu göstermektedir. Burada dikkat edilmesi gereken
hususlar ise, bu süreçte belirleyici tarafın vahyi gönderen Allah'ın olması ve yukarıdan
aşağıya doğru gerçekleşen bu hadisede teorik sisteme insanın herhangi bir dahilinin söz
konusu olmayışıdır. İnsanın etkinliği ise kendisine düşen vazife kadardır. İnsan onu yaşamak
ile mükelleftir ve aşağıdan yukarıya doğru ilerleyen pratik sistemin devamlılığını sağlayan
unsurdur. Birinci hususta Allah'ın teorik sistemi belirlemesi devamlılık arz etmemektedir,
kavramlaşmanın tamamlandığı yerde bitmektedir. Böyle bir oluşumda dinin
kavramsallaşması ile sosyolojik oluşumdaki kültürün bir ürünü olan somut ve sistemli din
kavramsallaşmasının farkı kendini göstermektedir. Çünkü vahyin sistemleştirmesi zihinsel bir
olaydır ve bunu somut biçimde yaşacak olan ise insandır. Binaenaleyh din insan ürünü
değildir, ancak insanın yaşaması ile somut bir hale bürünmektedir. Mevzubahis
kavramlaşmanın en bariz belirtisi ise, dîn kelimesinin 'âdet ve itâ'at anlamlarında
yatmaktadır. Vahiyle gelen din, tekrar edilerek yerleşmiş bir hal yani 'âdet halini alacak ve
insanın yaşamasıyla itâ'atle bu olgu tamamlanmış olacaktır. Dinin kavramsallaştırma süreci
başlarında dinin içeriği tam olarak açıklanmamakla birlikte dinin insan ilişkisinde psikolojik ve
sosyal ikilem yerine daha açık net bir tutumla Allah'a yönelme istenmiştir. Şirk yerine tek bir
yöne yani sadece Allah'a, şirki terk ederek tevhide yönelmeyi; iman ve düşüncede tevhide
aykırı her şeyi terk etmeyi öncelemiştir. Tek tek her insandan bireysel bir tutum belirlemesi
istenmesinden hareketle, ilk anda Kur'an'da dinin sadece kişisel inançtan ibaret olduğu
düşüncesi akla gelebilir, ancak bu dinin kavramsallaştırmasındaki sürecin başlangıcıdır.72
Dinî tutumun kalitesini muhlis tabiri ile belirleyen ayetlerde ed-dîne müfessirler,
kelime anlamlarıyla yetinen ilk tefsir hareketinin etkisiyle tevhidi ikrar, şehadet, ibadet veya
itaatte ihlâs, dua, niyet şeklinde mevzubahis içerikleri kelimeye yüklemişlerdir. Önemli ve
genel bir olguyu ifade eden bir kavramın bu şekilde izah edilmeye çalışılması, ayetlerin
hedeflediği şeyi anlatmakta kısır kalmaktadır. Bunun yerine ayetlerdeki ed-dîne 'ubudiyet',
'yaşam felsefesi', 'hayat tarzı' vb. demiş olsalardı daha isabetli olabilirdi. Müfessirler bu tür
yorumlarla Kur'an'da genel olarak anlatılan bir meseleyi cüzi örneklere indirgemişlerdir. Her
ne kadar bu anlamlar din kavramının içeriğinde varsa da Kur'an'daki kullanımların
ekseriyetinin kavramsal ifadeler olduğu unutulmamalıdır. Aynı şekilde dîni millet, ümmet vs.
ile anlamlandırmak da yetersiz kalacaktır. Çünkü Kur'an'da din kavramıyla birebir anlam
eşitliği olan kelime bulunmamaktadır. Eğer ayetlerde geçen ed-dîni sadece dua, hesâb veya
millet, ümmet vb. şekilde yorumlanırsa o zaman Kur'an'ın insandan istediği kapsayıcılık ve
mükemmellik özelliği göz ardı edilmiş olur. O halde burada ed-dîni dua'ya tahsis etmek
mümkün değildir. Zira insan geçici olarak tevhidi benimsemekle veya sadece dua etmekle
dinde ihlâs sahibi olamaz. Halbuki Kur'an'ın ed-dîn dediği şey süreç içerisinde daha kapsayıcı,
sistemli ve bütünselliğe doğru giderek mükemmele ulaşmaktadır. Kur'an'ın müşrikler
hakkında naklettiği durum aslında bütün insanlığın ortak karakterini oluşturmaktadır. Şöyle
Bu aşamadaki ayetler için bkz. Kur'an-ı Kerim, Â'râf 20; Yûnus 22-23, 104-105; Lokmân 32; Ankebût 65; Nîsâ
146; Zümer 2-3, 11, 14; Ğâfir 14, 65; Beyyine 5.
72
24
ki: kendi varlığının mükemmel ve noksan olmayıp, zaman içinde bir varlık, dolayısıyla da
sonlu ve geçici olduğunu anlayan her insan 'aşkın ve mutlak yaratıcıya' Allah'a döner, din
bilincini ve bağlanışını sadece O'na has kılar. Bu yönde söylemini sürdüren Kur'an, aslında
insanın bilinçaltına inmek suretiyle işaret ettiğimiz insanın doğal haliyle dindar olduğunu
hatırlatarak bu dindarlığın yaratıcıyı tanıma ve ona itaat şeklinde olması gerektiğini
vurgulamaktadır. Kur'an'ın inişine kadar tarihsel dinî tecrübe göstermektedir ki, insan hep
kendi yaratıcını arama şeklinde dinî bir eğilime sahip olmuştur. Bu arayışı zaman zaman
peygamberler yönlendirmeye çalışmış, onlar olmadığı zamanda insanın bu çabası devam
etmiştir. İnsan bu çabasında bazen başarılı bazen başarısız olmuştur. Fakat ondaki eğilimlerin
itki ve motivasyonu ile yaratıcısına zıt ve alternatif dinî tutumların varlığı bir gerçektir ki,
vahiy tarihi esasen bununla mücadele için varoluşunu sürdürmüş sonunda Kur'an bu görevi
altıncı yüzyıldan itibaren devralmıştır. İnsanlığın ortak dinî tecrübesi tarih boyu var olmuş,
tevhit ve şirk ile iç içe gelmiş, birbiriyle daima mücadele halinde olumsuz diyalog devam
etmiştir. Kur'an, bu tarihsel dinî tecrübe hakikatini bir öncül kabul ederek, İslam'ı fıtrata uyan
tek din olarak takdim etmiş, kendi öneri ve sistemini bu şartlar üzerine sunmuştur.73
Vurgu yaptığımız İslam'ın fıtrata uyan tek din olduğunu delilleriyle ortaya koyamaya
çalışalım. Fıtrat kelimesinin kökü, "bölmek, yarmak" anlamına gelen f-t-r fiilidir. Bu fiil bazı
ayetlerde varlıkların bölünerek yaratılışını ifade için kullanılmıştır: "Gökleri ve yeri bölerek
(koyduğu bu kanuna göre) yaratan Allah her ne yaparsa güzel yapar..." 74 Şu ayetten insanın
da bu kanuna göre yaratıldığını anlıyoruz: "Yüzünü dosdoğru bu dine, Allah'ın 'fıtrat'ına çevir.
O, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yarattığının yerini tutacak bir şey yoktur. Doğru din
bu dindir. İnsanların çoğu bunu bilmezler."75 Bütün varlıkların yapısına uygun olan hayat tarzı
Allah'ın düzenidir; kainattaki tüm işleyiş Allah'ın kanunları üzere yürür. İradesi olmayan
varlıklar bu işleyişe karşı koyamaz, ilahi ölçülere uygun görevlerini yaparlar: "Allah'ın
dininden başka bir din mi arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa, isteyerek veya
istemeyerek Allah'a teslim olmuştur. Hepsi ona döndürülecektir."76 İnsan ve cinler imtihan
için yaratıldığından seçme hakları verilmiştir; binaenaleyh Allah'ın kanunları arşısında kendi
iradesiyle hareket edebilme hakları vardır. Bunun dışında bütün varlıklar Allah'a tamamıyla
teslim olmuşlardır. Allah'ın kanunları dışında hiçbir seçim yapamadıkları gibi anlamda
verememektedirler; Hüdhüd'ün (Süleyman as. ile konuşan kuş) güneşe secde edenler
hakkındaki şu şaşkınlığı misaldir: "(Hüdhüd dedi ki:) Göklerde ve yerdeki bütün gizlileri ortaya
çıkaran Allah'a secde etmeleri gerekmez mi!? O, gizlediklerini de bilir, açığa vurduklarını
da."77 Hüdhüd insanlar gibi bir iradeye sahip olmadığı için Allah'ın kanunları dışında herhangi
bir yol seçme tabiatına sahip değildir; binaenaleyh mevzubahis olayda insanların Allah'a
kulluk yapmamalarına anlam verememektedir. Bu durum sadece Allah'ın değil diğer
varlıklarında kabul etmediği bir durumdur. Misal Allah'a oğul isnat etmesine tepki olarak
İsmail Çalışkan, a.g.e., s.79-83.
Kur'an-ı Kerim, Fatır 5; Benzer ayetler için bkz. En'âm 14, 79; Yusuf 101; İbrahim 10; Zümer 46; Şûrâ 11.
75
Kur'an-ı Kerim, Rûm 30.
76
Kur'an-ı Kerim, Âl-i İmrân 83; Benzer ayetler için bkz. Ra'd 15; Nahl 48-50.
77
Kur'an-ı Kerim, Neml 25.
73
74
25
neredeyse göklerin parçalanacak, yerin yarılacak, dağların da çökecek hale gelmesinden
bahsedilen ayette78 görülmektedir. Tabiattaki bütün işleyiş Allah'ın ölçüsü üzerinedir. Dinin,
tâ'at ve 'âdet, (kanun/ölçü) anlamına gelmesinin nedeni de budur. Allah'ın düzenine aykırı
davranabilecek bir varlık yoktur: "Kimin dini, samimi olarak kendini Allah'a vermiş olanın
dininden güzel olabilir ? O İbrahim'in dosdoğru dinine uymuştur. Allah İbrahim'i dost
edinmiştir."79 İnsanı bu dünyada Allah'ın dininden yani O'nun ölçü ve kurallarına göre
yaşamak dışında hiçbir şey tatmin etmeyecektir. Kalpleri tatmin eden şey Allah'ın zikri yani
O'nun yaratılış ölçülerine göre yaşama azmi ve kararlılığıdır: "Doğru çağrı Allah'a yapılan
çağrıdır. Allah ile aralarına koyup yarıma çağırdıkları, onlara cevap vermezler. Bu çağrıyla
onlar, ağzına su ulaşsın diye iki elini suyun üstüne yayan kimseye benzerler; su, bu şekilde
ağza ulaşmaz. Bu kâfirlerin çağırısı boş bir çağrıdır."80 Burada vurgu yapılan şey doğru
harekettir yani fıtrata uygun hareket etmektir.81 Bu her şey için geçerlidir, Allah'ın koyduğu
ölçülere göre hareket edilmediği takdirde başarılı olmak mümkün değildir. Vahiy sürecinde
psikolojik, sosyal ve zihinsel hazırlık aşamasından sonra zihinlerde bir karışıklık ve belirsizlik
kalmaması için din bizzat isimlendirilmiştir: "Allah nezdinde din İslam'dır. Kitap verilenler
kendilerine bu konuda bilgi geldikten sonra aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler.
Allah'ın ayetlerini inkar edenler bilmelidirler ki, Allah'ın hesabı çok çabuktur." 82 Kavramsal
olarak mutlak dini anlatan ed-dîn kavramı artık el-İslâm ile daha da belirgin bir hal almıştır ve
Allah'ın tarihsel süreçte gönderdiği dinin bu olduğu83 da açıklanmıştır. Fıtrat din bağlantısını
biraz daha açacak olursak, insan hak-batıl, iyi-kötü, güzel-çirkin, tatlı-acı bütün duygu ve
fiilleri doğuştan getirmemektedir; bu karakteristik özellikler insanda aktif halde doğuştan
gelmemektedir. Ancak yeri ve zamanı gelince bunları yapabilme gücü potansiyel halde
dünyaya gelir. Kur'an bu düşünceyi yeterince desteklemektedir.84 Doğuştan gelen fizikî ve
psikolojik yapı zamanla tecrübe ile dışa yansıyarak nesnelleşmektedir. Öznelliğin bütün
insanlar için ortak fakat pratiğe yansımasının bütün insanlar için farklılık gösterdiğini
görmekteyiz. Aynı dine inanalar arasında bile kişilere göre algılama ve yaşama farklılığının
varlığı bilinmektedir; bu durum insanın fıtrî yapısından kaynaklanmaktadır. Nesnelleşmede
din sınır ve nitelik açısından insana yardımcı olmaktadır. Misal: dua fıtrî bir ibadettir, her
insanda dua etme eğilimi vardır, ancak duanın nasıllığını din belirlemektedir. Bu düzene göre
insan işlenmemiş bir cevher olarak dünyaya gelir ama tecrübesi, çevresi, aile ortamı vs.
etkenler onu yönlendirir, etkiler, yaşam yoluna sevk eder. Öyleyse insan dindar olarak
doğmaz; ancak, mutlak dini kabule yatkın ve bu imkanı daima içinde taşıyarak doğmaktadır.
Kur'an'ın fıtratı, dinin kaynağı değil onun telkinlerini kabule yatkın ve insanoğlunun da
evrensel ortak değerler merkezi kabul ettiğini söylemek mümkündür. Her insanda var olan
bu durum Allah'ın insana ilk hidayeti olarak yorumlanmaktadır. Ayrıca insanın fıtratı demek,
Kur'an-ı Kerim, Meryem 88.
Kur'an-ı Kerim, Nisâ 125.
80
Kur'an-ı Kerim, Ra'd 14.
81
Fatih Orum, a.g.e, s.30-37.
82
Kur'an-ı Kerim, Âl-i İmrân 19.
83
Kur'an-ı Kerim, Şûrâ 13.
84
Kur'an-ı Kerim, İsrâ 84; İnsân 3; Beled 8-10; Şems 7-9; A'lâ 1-3.
78
79
26
insanın yaratılışındaki özellikleri anlamına gelir ki bunu açıkladık; bu özelliklerden birisi de
insanın boşlukta kalamayacağı, yani metafiziksel anlamda inançsız olamayacağıdır. Bu
durumu bireysel ihtiyaç olarak görmektedir.85 Kur'an'a göre objektif (mutlak) dine ve fıtrat
ilişkisine değindik bunun subjektif tarafını din ve inanç başlığı altında inceleyeceğiz.
3.4.Kur'an'da Din Kavramın Anlam Alınan Giren Kelimeler
Kur'an-ı Kerim'de anlam alanı en geniş kavram din'dir. Din kavramını doğrudan ve en
iyi şekilde din kelimesi ifade ediyor olsa da onun anlam alına giren kelimelerle bu kavramı
tamamlamaktadır. Ancak daha öncede belirttiğimiz gibi bu kelimelerin hiçbirisi din kavramı
ile birebir aynı anlamda değildir. Öncelikle din kelimesinin kullanıldığı ayetlerde çokça yer
alan ve dinin anlam alanına doğrudan giren millet, ümmet, şerî'at, fıtrat, hanîf, islâm
kelimelerine kısaca değineceğiz.
Millet: Me le le kökünden gelen millet kelimesi Arap dilinde "gidilen yol" temel
anlamında kullanılır. Buradan hareketle insanın yaşamda tuttuğu yola mecazen millet adı
verilmiştir. Dinin de benzer bir durumu çağrıştırması hasebiyle ona da millet denilmiştir. Bu
yol ilahî olabileceği gibi beşerî de olabilir. Millet kelimesi Kur'an'da birer defa el-milletu'lâhire86, millete kavmin87 ve milletikum88; ikişer defa milletunâ89, milletuhum90; sekiz defa da
milleti İbrahim91 şeklinde tamamı tamlama formunda kullanılmıştır. Millet-i İbrahim dışındaki
tamlamaların tamamı beşerî oluşumları anlatmaktadır. Millet kelimesi subjektif din
tanımlaması içerisinde yer alabilecek durumdadır; çünkü objektif (mutlak) din sadece Allah'a
nispet edilmekte olup peygamberler dahil hiç kimseye nispet edilmemiştir. Dolayısıyla millet,
vahiyle gelmiş olsa da insan tarafından yaşam haline getirilmiş ilkeler bütününü
anlatmaktadır ki bu, bir hayat yoludur. İlkelerin insanı zihinsel olarak belli bir etki altına
alması ve davranışlarını yönlendirmesi sebebiyle millet, anlayış ve zihniyet olarak
algılanmalıdır. Ana tema insanın çabası ve yaşamın somut şeklidir. Hz. İbrahim, aldığı vahiyler
ve endi düşünceleri sayesinde sergilediği hayat anlayışı ile eşsiz bir yere sahiptir. Kur'an buna
atıfta bulunduğu gibi millet ile bu gerçeği açık olarak vurgulamaktadır. Varılan nokta şudur:
ed-dîn mutlaklığı ifade ettiğinden millet kavramından daha genel, kesin ve hakikati ifade
etmektedir. Öyleyse, millet kavramının içeriğini oluşturan şeylerin tamamı kesin, değişmez ve
mutlak değildir subjektif bir karaktere ve değişkenliğe açıktır. Hülasa millet: bir topluluğun
etrafında toplandığı ve üzerinde yürüdüğü ilkeler ve yoldur; daha da netleştirirsek, insanın ve
insanlar topluluğunun zihniyetini oluşturan ve yaşamında takip ettiği ilklerin çizdiği yoldur.92
İsmail Çalışkan, a.g.e., s.128-140.
Kur'an-ı Kerim, Sâd 7.
87
Kur'an-ı Kerim, Yûsuf 37.
88
Kur'an-ı Kerim, A'râf 89.
89
Kur'an-ı Kerim, A'râf 88; İbrahim 13.
90
Kur'an-ı Kerim, Kehf 20; Bakara 120.
91
Kur'an-ı Kerim, Yûsuf 38; En'âm 161; Nahl 123; Bakara 130, 135; Âl-i İmran 95; Nisâ 125; Hacc 78.
92
İsmail Çalışkan, a.g.e., s.97-104.
85
86
27
Şerî'at ve Şir'at: Şe re 'a kökünün günlük Arap dilinde oldukça geniş bir kullanım alanı
vardır. Kökün "doğrusal şekilde uzanan bir şeyin başlangıcı" şeklindeki temel anlamı,
insanların gidecekleri yolun başlangıcını anlatmaktadır. Ayrıca su-hayat ilişkisini anlatmak
içinde kullanılmaktadır: "ağız ile su içmek", "hayvanların suya yönelmesi veya suya girmesi",
"develerin suya gitmesi veya götürülmesi ve su içmesi"ni anlatmak için kullanılır. Araplar,
kaynağı kesilmeksizin devamlı, görünür bir şekilde akan ve doğrudan ağızla içilen suya şerî'at
ismini verirler. Bu ve diğer93 anlamların hemen hepsinde ortak husus, "bilinen ve doğrusal bir
hareket tarzı"nın çağrıştırılmasıdır. Kur'an'da bu kök beş kez kullanılmış olup şurre'an94
kelimesi konumuz ile bağlantısızdır. İki kez fiil şere'a95, iki kez isim bir defa şerî'at96 ve bir defa
da şir'at97 şeklinde geçen bu kelimenin fiil şekli: "ortaya çıkardı, açıkladı (ezhara)", "açıkladı
(evdaha)", "yol olarak belirledi (senne)", "seçti (ihtâre)" ile tanımlanmıştır. Şerî'at ve şir'at ise
dilciler ve müfessirlerce genelde aynı kabul edilmiş ve şerî'atın "suya giden yol" şeklindeki
orjinal lügat anlamına dayanılarak her ikisine birden: yol (sebîl, tarîk), gidişat (sünnet), takip
edilen yol (mezheb) izahları yapılmıştır. İzahların hepsinde ortak nokta 'yol' dur. Çünkü Kur'an
kelimelerinin asıl anlamı ile Kur'an'da kazanmış oldukları anlamın daha bütüncül bir yapı
kazanması için tek yol, kelimenin asıl anlamına dayanmaktadır. Benzetmedeki incelik:
Kaynağın sağlamlığı ve güzelliği itibariyle Hakk'a götüren yola veya inananları inandıkları
kaynağa götürdüğü için mecazen tarîkat-i İlahiye'ye şerî'at ismi verilmiştir. Bir başka yoruma
göre bu benzetmenin sebebi: Su nasıl ki gerçekte insanın susuzluğunu gideriyor ve
temizliyorsa, hayvanlar ve bitkilere hayat sebebi oluyorsa aynı şekilde şerî'at da insan
ruhunun hayat sebebidir. Millet kavramının insani boyutu ne kadar fazla ise şerî'atta da
Allah'a o kadar atıf vardır. Dolayısıyla Allah'ın sunduğu şeylerin dışında insanın kendi
belirlemesi olan dinsel kurallara kesinlikle itibar edilmemesi istenmektedir. O halde şerî'at
kavramı İlahî dinin kaynağını ve insanı o kaynağa bağlayan yolu anlatmaktadır: "Sonra sana
da dini açık bir yol olarak ('alâ şerî'atin) belirledik, sen ona uy ve bilmeyenlerin arzularına
uyma."98 Şerî'at kelimesinin geçtiği ayetlerden99 bütün peygamberlerin dini aynı kaynaktan
getirdiği dolayısıyla hepsinin aynı dini tebliğ ettiğini çıkarmak mümkündür. Ümmetlere ayrı
ayrı ibadetler emredilmiş olsa bile esasta değişen bir şey yoktur. İnsanların asıl amacı ve
vazifesi kulluk ve onun Allah'a yapılmasında100 bir değişkenlik söz konusu değildir. Şerî'at ve
şir'at kavramlarının yer aldığı ayetlerdeki; "Sonra sana da dinde açık bir yol (şerî'at)
belirledik."; "Her birinize bir yol (şir'at) ve yöntem belirledik." cümleleri peygamberlerin dinde
bir, ama şeriatta farklı şeyler getirmeleri düşüncesini oluşturmuştur. Bu düşünceye göre,
dinin değişmeyen ilkeleri onun asılları olup değişmez; değişen şeyler ise tatbikatla ilgili
konulardır. Şerî'at, vahiyle belirlenen ve değişebilen konular değil, değişmeyen ana ilkelerdir
ve tarih boyu üzerinde yürünmesi istenen yol olup, insan bu yol ile gitmesi gereken yere
Diğer anlamları için bkz. İsmail Çalışkan, a.g.e., s.105.
Kur'an-ı Kerim, A'râf 163.
95
Kur'an-ı Kerim, Şurâ 13, 21.
96
Kur'an-ı Kerim, Câsiye 18.
97
Kur'an-ı Kerim, Mâide 48.
98
Kur'an-ı Kerim, Câsiye 18.
99
Kur'an-ı Kerim, Şurâ 13.
100
Kur'an-ı Kerim, Enbiya 25; Âl-i İmrân 64; Beyyine 5.
93
94
28
ulaşır. Yani tarih boyu insana gösterilen yoldur. Hülasa, Kur'an'da bir defa kullanılmasına
rağmen şeriat kavramı İslam toplumunda diğer kavramlardan daha yaygın olarak güncelliğini
korumuştur. Bu onun dini daha iyi anlatmasından ziyade, adeta İslam'ı diğerlerinden ayıran
somut bir kavram olarak algılanmasından ve kurumsallaşmış İslam hukukunun şeriat adıyla
nitelendirilmesinden kaynaklanmış olabilir. Din kavramından ayrı görmediğimiz gibi, din
kavramının birebir karşılığı olarak da görmemekteyiz. Zira din bu bağlamda en temel ve en
geniş kavramdır. Şeriat ise sadece dinin belirli işlevini ifade eden bir nitelemedir. Şeriat daha
özel ve dar olup dinin kaynağını Allah'a yani aşkın bir boyuta bağlamakta ve hem Allah'a hem
de dünya-ahiret mutluluğu ve kurtuluşuna götüren en emin yolu anlatmaktadır. Allah insanı
bu yola çağırmaktadır, insan bu çağrıya uyarsa ed-dîn'i gerçekleştirmiş olur. Bu ayrımı Kurtûbî
şöyle dile getirmektedir: "Millet ve şerî'at aynıdır. Din, millet ve şeriattan ayrıdır. Millet ve
şeriat, Allah'ın insanları yapmaları için çağrıda bulunduğu şeydir. Din ise insanların, Allah
emrettiği için yaptığı şeydir."101 Din, insanın doğuştan getirdiği psikolojik yapının belli bir süre
sonra nesnelleşmesidir. İşte bu nesnelleşme ihtiyacından dolayı Allah'ın insana yol
göstermesi şeriattır. Şeriatın din kavramındaki anlamsal yeri budur.
Ümmet: Kökü ümm olup Arapça dilinde temel anlamı: "etrafındakilerin kendisine
bağlı bulunduğu merkez ve arkadan takip edenlerin kendisine katıldığı herhangi bir şey" veya
"herhangi bir şey etrafına toplanan topluluk" için kullanılan isimdir. Bu temel anlamlara102
göre ümmet: "bir önder veya belli bir maksat etrafında buluşan topluluktur." Bu maksat bir
din, yaşam biçimi, belirli bir mekan veya zaman dilimi vs. olabilir. Kur'an'da bu kelime, belli
bir alan ve özel adlandırma ile az (grup)103 veya çok (toplum)104 sayıdaki insanın oluşturduğu
topluluklar ile cinler105 ve değişik türden hayvanlar106 için kullanılmaktadır. Anlaşılan şey bazı
ortak vasıflara veya özelliklere sahip canlı varlıklar topluluğuna söylendiğidir. Ancak Hz.
İbrahim'in tek başına ümmet107 olarak nitelendirilmesi bu anlamdan ayrılmaktadır. Ayette
İbrahim'in birbirini açıklayan üç özelliğinden bahsediyor: Allah'a itaat eden (gânit); Allah'a
yönelen (hanîf); müşrik olmayandır. Bu üç özellik onun tebliğinin özünü oluşturan tevhidin
bizzat kendisidir. Sonraki ayetlerde Hz. Muhammed'e İbrahim'in yoluna (millet-i İbrahim)
uyması emredilmiştir. Bu özelliklerinden dolayı Hz. İbrahim'e tek başına ümmet olmak vasfı
layık görülmüştür. Onun bazı özellikleri kendisinde topladığı veya kendisine uyulan imam
olduğu için ümmet denildiği yolundaki yorumların haklılık payı olmakla birlikte, yaşadığı
dönemde diğer dinlere muhalefet ettiği ve onlarda bulunmayan bir gayeye (tevhit) yöneldiği
için tek başına ümmet olması, hem Kur'an bağlamına hem de dildeki anlamlara uygundur.
Çünkü kelimenin anlamlarından biri de "kendi dışındaki dinlere muhalefet eden"dir. Ayrıca
Detaylı bilgi için bkz. İsmail Çalışkan, a.g.e., s.105-117.
Diğer kök anlamları için bkz. İsmail Çalışkan, a.g.e., s.118.
103
Kur'an-ı Kerim, Bakara 128, 134, 141, 143; Âl-i İmrân 110; Nisâ 41; En'âm 42, 108; A'râf 34, 181; Yunus 47,
49; Hûd 48; Ra'd 30; Hicr 5; Nahl 36, 63, 84, 89; Hacc 34, 67; Mü'minûn 43; Neml 83; Kasas 75; Ankebut 18;
Fâtır 24, 42; Mü'min 5; Zuhruf 22, 23; Câsiye 28; Ahkâf 18.
104
Kur'an-ı Kerim, Âl-i İmrân 104, 113; Mâide 66; A'râf 159, 160, 164, 168; Hûd 48; Nahl 92; Kasas 23.
105
Kur'an-ı Kerim, A'râf 38; Fussılet 25.
106
Kur'an-ı Kerim, En'âm 38.
107
Kur'an-ı Kerim, Nahl 120.
101
102
29
"İnsanlar tek bir ümmet idi, sonra ayrılığa düştüler..."108 ayetine göre, tek obje etrafında
toplanma olamadığı takdirde ümmet olma özelliği kaybolmaktadır. Ümmet topluluğu
sosyolojik bir tahlilde, maddi-manevi bütün yapısal özellikleriyle ele alındığında, ister ilahî
ister beşerî bir temele oturtulmuş olsun, tarihsel bir kesitte oluşmuş sistematik bir yapıdan
bahsetmek durumunda olduğumuz açıktır. Buna daha geniş bir anlamda 'medeniyet'
denilebilir. Ayetteki ümmet kelimesini, dini de içine alan daha kapsamlı ve komplike bir
yaşam tarzını anlattığından sadece din olarak yorumlamak mümkün değildir: "Aksine onlar:
'Biz babalarımızı bir yaşam biçimi ('alâ ümmetin) üzere bulduk ve biz onların izinde doğruyu
buluruz' derler. Senden önce hangi memlekete uyarıcı gönderdiysek, oranın ileri gelenleri:'Biz
babalarımızı bir yaşam biçimi ('alâ ümmetin) üzere bulduk ve biz onların izine uyarız'
dediler."109 Tarih ve sosyoloji bilimlerinin ortaya koyduğu verilere göre, bir medeniyetin
oluşması, yapısal niteliklerini tamamlaması uzun bir zaman almaktadır. Ardından bu
medeniyet uzun veya kısa bir müddet varlığını koruduktan sonra bozulmaya başlar. Böylece
hiçbir medeniyet ebediyen kurulduğu şekliyle varlığını devam ettiremez. Mutlaka bir
yenilenme ve değişme ihtiyacı duyar, bazen de yok olup gider. Değişme olgusu, insan
doğasının gereğidir. Tarih sürecinde peygamberlerin sürekli yeni bir program ile gelmeleri110;
mevcut durumu değiştirme veya yeniden düzenlemeyi hedef almaları bunun bir kanıtıdır.111
Fıtrat: Din ve fıtrat ilişkisine yukarıda detaylıca değindiğimiz için burada kısaca
değineceğiz. Kavram olarak fıtrat, Allah'ın ismiyle tamlama şeklinde (fıtratullâh) olarak ayette
yer almaktadır: "Yüzünü hanîf olarak dine, yani insanları üzerinde yarattığı Allah'ın fıtratına
(fıtratullâh) çevir. Allah'ın yarattığında değişme olmaz. İşte doğru din budur. Fakat insanların
çoğu bunu bilmezler."112 Hanîf tevhidi kabul anlamına gelen bir tutum, yüzünü çevir ise
insanın en belirgin azası olması sebebiyle bütün benliğine mecazen işaret etmektedir. Hanîf
ile birlikte "dosdoğru bir biçimde kendini dine ver" anlamına gelmektedir. Mâturîdî şu
yorumu yapar: "her yerde ve her zaman dine yönel" şeklinde anlaşılması en doğrusudur.
Hülasa, insan din için yaratıldığından fıtrata din denilmiş, bu dine yönelme hanîf olarak
istenmektedir. İnsanın kendine yabancılaşması fıtratından ayrılması anlamını taşımaktadır.
Kur'anî kullanımı ile fıtrat, evreni yaratan Allah'ın bütün yarattıkları dışında insan için
uyguladığı özel yaratma modeli ve bu modelle birlikte insanın, birtakım eğişim ve karakter
özellikleriyle saf bir şekilde dünyaya gelmesidir.113
Hanîf: Ha ne fe kökünden türeyen bütün kelimelere verilen anlamların bu kökün
"meyletmek" temel anlamına dayandığını söyleyebiliriz.114 Râgıb İsfehânî'ye göre
meyletmenin dinsel niteliği: "sapıklıktan doğruluğa meyletmek" iken, İbn Manzûr'a göre
"hayırdan şerre veya şerden hayıra meyletmek" olmak üzere iki yöne de ihtimali vardır. İbn
Kur'an-ı Kerim, Bakara 213; Yûnus 19.
Kur'an-ı Kerim, Zuhruf 22-23.
110
Kur'an-ı Kerim, En'âm 42.
111
Detaylı bilgi için bkz. İsmail Çalışkan, a.g.e., s.117-128.
112
Kur'an-ı Kerim, Rûm 30.
113
Detaylı bilgi için bkz. İsmail Çalışkan, a.g.e., s.128-140.
114
Diğer kök anlamları için bkz. İsmail Çalışkan, a.g.e., s.141.
108
109
30
Manzûr'un "Bir kişiye herkesin kulluk ettiği yoldan ayrıldığında ona hanîf denir" tanımı
kapsamlıdır. Hanîf, din kavramının inanç boyutunu ve özellikle de bu boyutun niteliğini çok
açık bir şekilde dile getirmektedir: "Yüzünü hanîf olarak dine çevir ve sakın müşriklerden
olma."115 Kur'an'da bir kavram olarak hanîf, müşrikliğin zıddı anlamında, sadece Allah'a
yönelen ve bu yönelmeyi sürdüren (muvahhid) kimsenin sıfatıdır. Bu yönüyle hanîf, din
kavramının inanç boyutunu tevhit olarak açıklamaktadır.116
İslâm: Temel anlamı sıhhat ve afiyet olan se li me kökünün buraya dayanan diğer
anlamları; görünen (zâhir) ve görünmeyen (bâtın) kötülüklerden, ayıp ve kusurdan, eziyet ve
sıkıntıdan uzak olmak, emniyette olmak, barış yapmak, teslim olmaktır. Mutlak din için
Kur'an'da bu kelimenin çok özel ve merkezi bir konumu vardır. Birbiriyle iç içe, biri fiil öteli
isim formunda iki tür kullanım vardır. Esleme fiili, "gönülden inanmak, fiillerle bunu yerine
getirmek ve Allah'ın bütün tasarruflarına teslim olmak (ona karşı gelmemek, isyan
etmemek)" anlamına gelir ve Kur'an'da bu manada yer alır.117 Dikkat çeken iki kalıptan
birincisi: esleme vechehu lillâh, ikincisi de eslem li rabbi'l-'alemîndir. Bu ifade yaratıcının
önerisi/isteği ve insanın da kendi iradesiyle bunu kabulü dile getirmektedir ki, dinin insan
açısından varlığını devam ettirebilmesi için bu serbest ve özgür tercihin olması
gerekmektedir. Bu noktada bu eyleme sahip birisine Kur'an, esleme fiilinin ism-i faili olan
muslim ismini vermektedir ki, bu insanın benimsediği şeyin kendisi tarafından
içselleştirilmesini, dolayısıyla iç ve dış (bâtın-zâhir) dünyasının tutarlı ve uyumluluğunu dile
getirmektedir. İşte bu içselleştirilmiş ve dış dünyaya yansıtılmış yaşam biçimine özel ad olarak
Kur'an tarafından İslâm kelimesi seçilmiş ve insanın kabulüne sunulmuştur.118 Son şekliyle
İslâm Kur'an'da kullanımı çok özel ve merkezi konum kazanmış ve o, mutlak dinin hem özel
ismi (ism-i alem), hem de onu tanımlayan özel ismi (ism-i hâs) olmuştur. Kur'an ed-dîn ve
İslâm ile aynı şeyi kastetmektedir. Lügat ve Kur'anî anlamlarının birbiriyle tamamen
örtüştüğü İslâm kavramı, inanç ve eylem açısından, ed-dîn dahil dinle ilgili bütün kavramların
en somutu, dinin özünün en açık ifadesidir. Kelimenin temel lügat anlamı olan "kurtuluş,
maddi-manevî temizlik ve teslimiyet"; dinsel olarak insanın maddi-manevî bütün kötülük ve
aldatan her türlü afetten uzaklaşarak kendini Allah'a teslim etmeyi ifade eden bir boyut
kazanmıştır. Ayrıca itaat ve kullukta yalnız O'na boyun eğmekte ve onun dışındakilere kulluk
etmekten kaçınmaktadır; çünkü Kur'an'ın yapısına göre Allah dışındaki her şey yaratılmıştır
ve yaratılmışlardan birinin bir diğerine boyun eğmesi zillet ve kölelik demektir. İslam kavramı
ile din kavramının birleştiğine ve kişinin kendini Allah'a teslim etmesine (esleme vechehu
lillâh); Kur'an'ın dinin de yalnız Allah'a tahsis edilmesi (muhlisîne lehu'd-dîn) gerektiğinden
ısrarla bahsetmektedir. Amaç insanın hem bireysel hem de toplumsal yaşamda Allah'tan
uzak kalmamasını temin etmektir. İnsanın doğasında mevcut bağlılık hissi, zorunlu olarak
dinin dışavurumu şeklinde tezahür etmektedir. Sonuçta insan tecrübesi ile oluşur, olgunlaşır
Kur'an-ı Kerim, Yûnus 105.
Detaylı bilgi için bkz. İsmail Çalışkan, a.g.e., s.140-147.
117
Kur'an-ı Kerim, Bakara 112, 131; Âl-i İmrân 20, 204; Nisa 125; En'âm 14, 71; Hacc 34; Neml 44; Lokmân 22;
Zümer 54; Mü'min 66.
118
Kur'an-ı Kerim, Âl-i İmrân 19, 85; Mâide 3; En'âm 125; Zümer 22; Saff 7.
115
116
31
ve zahirî bir sistem halini alır. Kur'an açısından bunun adı İslam'dır ve o, hem varoluşunun
hem de dinin temelidir. Kur'an'ın en büyük mücadelesi, insanın onur ve şerefine aykırı olan
fıtrat gerçekliğine uymayan şirk ile olmuştur.119 Şirk ise, bir insanın onurunu kaybetmesi,
gidip başkasına bende (köle) olmasıdır. Dolayısıyla Kur'an'ın anlattığı dinin tanımlanmasına
en büyük yardım İslam kelimesiyle sağlanmıştır.
4.DİN VE İNANÇ
Din ve inanç arasındaki ilişki insanlar için her zaman muamma olmuştur, birçok insan
ikisinin aynı şey olduğunu zannetmektedir. Oysa ikisi aynı şey değildir. Din daha öncede
bahsettiğimiz gibi objektiftir, inanç ise subjektif yanı oluşturmaktadır; inanç her canlı için
ortaktır ve hepsi inanır ancak din seçime bağlıdır. Bir din seçiminde bulunmamak
mümkündür ki bu bile tartışmalıdır ancak inançsız olmak mümkün değildir, inanç sadece bir
tanrıya yapılmamaktadır, tanrıya inanmamak da bir inanç türüdür. İnançlar kişiye özgü,
bireyseldir. Nasıl ki yeryüzünde aynı yumurta ikizlerinde bile minimal dahi olsa farklar
bulunacak kadar insanlar birbirine benzemez ve eşsiz yaratılmışsa, bu fiziksel dış görünümleri
gibi beyinsel işlevlerinin de farklılıklar gösterebilmesi, kısacası düşünme eylemlerinin de
detayda farklılıklar içinde olabilmesi mümkündür. Daha öncede belirttiğimiz gibi aynı dine
inan kişilerin eylemlerinde farklıklar göstermesi söz konusudur, bunun sebebi subjektif
boyutla ilgilidir. Bu durum bizi insanoğlunun, aynı uyaranlar karşısında benzer olsa bile yine
de minimal farklılıklarla eşsiz ve bireysel bir vargıya ulaşabilme olasılığına götürecektir.
Sonunda, aynı uyaranlar karşısında ne kadar insan varsa o kadar bireysel inancın varlığı da
söz konusudur. İnsan ile eşsiz inancının arasındaki ilişkide bir başkasının gölgesinin bulunması
imkansızdır. İslam dininde bu durum "Allah ile kulun arsına kimse giremez" şeklinde anlatıma
kavuşmaktadır; çünkü subjektif boyutta değer aşağıdan yukarıya değişken olarak
ilerlemektedir, objektifte ise Allah tarafından belirlenen din yukarıdan aşağıya doğru Allah'ın
belirlemesi ile ilerlemekte ve sabit olarak gelmektedir. İnançlar, her bireyin düşünme
deneyimleri sonucu elde edilen olgular olduğuna göre, bireysel olarak deneyimlenmiştir; yani
bireysel ispat olarak tanımlayabileceğimiz süreç geçirmektedirler. Deneyimi yaşayan kişinin
gerçeğidir. O kişi için bir ispat olgusu söz konusudur. Ancak bu bir toplumsal ispat değildir,
yani üçüncü kişilerin izlemesine müsait değildir ve aynı yöntemle aynı olguyu bir başkası
tamamen aynı sonucu almak üzere yaşayamaz. Çünkü her birey kendinden gelen farklarla
düşünsel eylemini sürdürecektir ve minimal de olsa farkların bulunması mümkündür. Bu
durumda bir inanç birliğinden söz edilemez değildir; ancak, bu durumda paylaşımsal ispat söz
konusudur. Aynı uyaranlar karşısında insanların yaşamış oldukları bireysel ispatların
benzerlikleri sonucu iletişim kuran insanlar, bu benzer deneyimlerini paylaşmışlardır. Benzer
bireysel ispat deneyimleri yaşayanlar, deneyimlerinin sonucunda elde etmiş oldukları
duyguyu paylaşmışlardır. Böylece misal bir grup insan, paylaşımsal ispat yolu ile aynı
duyguyu, aynı zevki paylaşmış ve biz duygusuna ulaşabilmişlerdir.
119
Detaylı bilgi için bkz. İsmail Çalışkan, a.g.e., s.147-150.
32
İnanç, sözlükte bir fikre bağlılık120 ve kabul anlamına gelmektedir. İhtimalin bütün
derecelerini içerisine alan inanç, %50 civarında olduğunda şüphe, %50 ila %100 arasında
olduğunda kanaat olarak ortaya çıkmaktadır. %100'lük bir inanç, kesin bir inançtır ve eğer bu
inanç, tahkik edilmeksizin benimsenir ve zıt kanaatlerin de aynı derece geçerli olabileceğine
inanılmazsa, iman söz konusu olur.121 İnanç bireylerin kendi iç dünyalarındaki ve sosyal
yaşantılarındaki dengeleri kurmada oldukça önemli bir işleve sahiptir. Bu denli önemli olan
inanç Fromm'a göre, "kişinin düşünsel ya da duygusal açıdan içsel etkin olma durumunun bir
sonucu" olma şeklinde ortaya çıkarsa akılcı; ancak "kişinin doğru olup olmadığına
bakmaksızın doğru kabul ettiği, kendisine verişmiş bir şeye boyun eğmesi" şeklinde ortaya
çıkarsa akıldışı yahut mantıksız olur. "Bir olasılığa inanmak" yahut "kesin olmayışın kesinliği"
şeklinde tanımladığı inanç olmaksızın inananın umutsuz, yalnız ve korku dolu olacağını belirtir
ve içsel bir etkinlik sonucu ortaya çıkan inancın olumlu insan olmaya katkısının büyük
olacağını da ifade eder.122 Gündelik yaşamda ise inanç birine inandığımızı, inanç
duyduğumuzu söylediğimizde, daha çok onun davranışlarında istikrarlı ve güvenilir
olduğundan emin olmayı ifade etmektedir. Sosyal açıdan ise, kişilerin toplum hayatında ona
göre tavır alacakları, davranacakları temel bir sistemin işlevsel boyutudur. Bu yönüyle inanç,
insan ilişkilerinde temel belirleyici olma gibi oldukça önemli bir etkinlik alanına sahip
olmaktadır. Toplum hayatını ve gündelik yaşamı tek tek bireylerin davranışlarıyla ve zaman
zaman organize edilmiş grup davranışlarıyla düzenleyen etkin bir sosyal yaptırım
mekanizması olmaktadır. İnanç-İman farklılığına baktığımızda: Doğrulanamayacağı bilinen
veya doğrulanmamış fakat doğrulanabilir önermelere iradi bir rızayla inanmayı içeren, dini
inanç bağlamından bakılınca, "insanın kendisi ve bütün kâînat üzerinde hakimiyetini kabul
ettiği duyular üstü, yüce, kudret ve kuvvet sahibi bir varlık ve bu varlıkla insan arasındaki
ilişkileri düzenleyen bir takım esaslarla ilgili inançlar" şeklinde tanımlanmaktadır. İnanç
ilahiyat literatüründe ve dilimizde dini inanç, Arapça iman terimiyle ifade edilmektedir. İman
kelimesinin kendisinden türediği "emn" kökü: güvenmek, güvenilir olmak, emin olmak,
emniyette olmak, inanmak, kendi kendisiyle barışık olmak, içinde bir keder ya da sıkıntı
hissetmemek gibi anlamlara gelir.123 Bireyin bizzat araştırmasını imkansız bulduğu inançları,
iman konusu olmaktadır. Yukarıda Fromm'un akıldışı olarak tanımladığı inanç türü ile iman
aynı şeyler değildir, ancak inananların bilmediği şeye iman ediyor olmaları o bağlamda
değerlendirilebilir.
Objektif-Subjektif din meselesine Kur'an merkezinden daha detaylı bakmaya
çalışalım: daha önce detaylık şekilde belirttiğimiz gibi objektif din mutlak dindir; Allah'a ait
bütün nebi ve resullerinin getirdiği ve uyguladığı, esas ve ilkeleri belli olup zaman ve zemine
göre özünde bir değişkenlik olmayan ve Kur'an'ın "din budur" dediği yapıdır. Subjektif din ise,
mutlak dine göre kesinlik arz etmeyen, insanların algılamalarına ve belirlemesine göre
değişkenlik gösteren, insandan insana, toplumdan topluma farklılık gösteren yapıdır.
D.Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, 11. Baskı, İstanbul 1996, s.142.
Karacoşkun, a.g.m., s.25.
122
Gös. yer.
123
Gös. yer, s.26.
120
121
33
Subjektif din Allah tarafından gönderilmiş fakat inananları tarafından tahrife uğramış olsun
ya da direkt olarak insan ürünü olarak düzenlenmiş olsun aynı şekilde değerlendirilmektedir,
çünkü aşkın bir güç tarafından mutlak, kesinleşmiş, değişkenliği söz konusu olmayan bir
şekilde gelmemektedir. Yukarıda belirttiğimiz aynı uyaranlar karşısında paylaşımsal ispat
yoluyla biz duygusunu oluşturarak elde edilmiştir. Bu durum ideolojiler içinde geçerlilik
göstermektedir ki, bu konuyu detaylı olarak "Din ve İdeoloji" başlığı altında inceleyeceğiz.
Objektifte dinin kaynağı Allah olduğu için değişkenlik yoktur; fakat subjektif dinde kaynak ve
uygulayıcı insan olduğu için öznelliğin hakimiyetinde değişkenlik söz konusudur. Objektif
dinde asıl etken bizzat Allah'tır ve O dini gönderen, dolayısıyla dinin yapısını belirleyendir;
Allah'a aidiyeti sebebiyle bu bölüm vahiy alanıdır, burada nesnellik vardır. Allah, dini
sunarken bütün insanlara aynı mesafede durmaktadır, yani nötr taraftır. Kişi inandıktan
sonra kendi tarafından Allah'a daha yakın bir konuma gelmektedir. Bu durum subjektif dinde
daha farklıdır, Allah'a yakınlık mesafesini, insani bir tutumun belirlediği bir olgu olduğundan
kişinin kendisi ayarlamaktadır. Yani kendi çaba ve gayretini bu yönde ne kadar ok ilerletirse
ve yoğunlaştırırsa, o derece Allah'a yakın olabilir. Bu durumu şöyle canlandırmak
mümkündür; hedefte Allah'ın olduğu ve ona yönelen kişilerin hepsine aynı uzaklık
mesafesinde olduğu bir durumda, kişilerin kendi çabalarıyla ona doğru ilerlemesi ve bunu bir
yarış halinde gerçekleştirmesi gibi. Bu kısımda insan aidiyeti sebebiyle aklın alanı içerisinde
yer almaktadır. Objektif dine göre subjektif dinin ana karakteri, algılamaya bağlı olarak
değişkenlik arz eder; algılama, çeşitli tavır alışların sebebidir. Olumlu ve olumsuz olmak üzere
iki algılama türünden bahsedilebilir. Birinci tavır, müminlerinkidir ki, bu durumda dînikum,
dînihi terkibleri ed-dîn ile örtüşme durumuna gelmesine124 rağmen yapı, karakter, çevre, bilgi
vs. etkenler sebebiyle dini yaşamada farklılıklar olabilir. İkinci tavır ise çok karmaşık olup eddîne dolayısıyla İslam'a sahip çıkmakla birlikte onun özüne insani çabaları (düşünce ve eylem)
karıştırarak değişime uğratanlardan (tahrif)125 ed-dîni hiç tanımamış, duymamış duydu ise de
ona sırtını dönmüş126 veyahut da kendine göre bir hayat tarzı be felsefesi oluşturmaya gayret
edenlere127 kadar çok çeşitli tavırlar vardır. İnsanın bu dine olumsuz yaklaşmasının en üst
seviyesi onu değiştirmesi veya onun yerine başka bir şeyi ikame etmesi şeklinde olur.
"Firavun dedi ki: Bırakın beni Musa'yı öldüreyim, eğer kurtarabilirse o da Rabbine yalvarsın.
Çünkü ben onun, dininizi (dînekum) değiştirmesinden yahut yeryüzünde fesat çıkarmasından
korkuyorum."128 "De ki: Sizin dininiz (dînikum) size, benim dinim (dînî) bana."129 "Bunun gibi
ortakları, müşriklerden çoğuna çocuklarını öldürmeyi hoş gösterdi ki, hem kendilerini
mahvetsinler hem de dinlerini (dînehum) karıştırıp bozsunlar' Allah dileseydi bunu
yapamazlardı. Öyle ise onları uydukları ile baş başa bırak."130 "... İşte biz Yusuf'a böyle bir
Kur'an-ı Kerim, Bakara 217; Mâide 3, 54, 57; Enfâl 49; Tevbe 12; Yûnus 104; Nûr 55; Zümer 14.
Kur'an-ı Kerim, Âl-i İmrân 24, 73, 171; Nîsa 146; Mâide 77.
126
Kur'an-ı Kerim, En'âm 70, 137, 159; A'râf 51; Rûm 32; Hucurât 16; Yâsin 6; Kâfirûn 6.
127
Kur'an-ı Kerim, En'âm 137; Yûsuf 76; Mü'min 26; Kafirûn 6.
128
Kur'an-ı Kerim, Mü'min 26.
129
Kur'an-ı Kerim, Kafirûn 6.
130
Kur'an-ı Kerim, En'âm 137.
124
125
34
tedbir öğrettik, yoksa kralın dinine (dîni'l-melik) göre kardeşini yanında bırakamayacaktı."131
Ayetlerden çıkan sonuca göre dayanaklarını Allah'tan almayan bu tür oluşumlar batıldır, ama
Kur'an bunlara din demektedir. Kur'an'ın yukarıda sıralanan ayetlerdeki dîn terkibinin yer
aldığı kelimelere din kavramının yüklenmesi, son derece isabetlidir. Bu adlandırma belki
"Allah'ın dini" gibi bir yapı çağrıştırmayabilir ama de ye ne kökünün ifade ettiği ve toplumda
uzun bir süreçte oluşmuş bir yapı varsa, o zaman bu kelimenin kullanımının özel bir konu
(hüküm, âdet vs.) değil, topluma egemen olan genel bir yapı için kullanıldığı açıklık kazanır.
İnsanlar vahiyle belirlenmiş bir dini kabul etmek yerine, mutlaka onun yerini tutacak
düzenlemeler yaparlar. Din dahil toplumun ayakta kalmasını sağlayan yapılara ihtiyaç yani
sosyal gereklilik duyulduğu ve insanın boşlukta kalmayacağı için birtakım esaslara dayanması
gerektiğinden yani psikolojik gereklilik yeryüzünde çok çeşitli oluşumların varlığı doğaldır.
Misal verdiğimiz ayetlerde gerek Hz. Yusuf ve Hz. Musa zamanlarındaki Mısır kralları, gerekse
Mekke müşrikleri kendi ihtiyaçlarına cevap verecek yaşam sistemlerini hayata geçirmişler,
böylece uygulaya geldikleri âdetleri olmuştur. İşte Kur'an bu olguya gerçekçi bir yaklaşımla
din demeyi tercih etmiştir. Bu insanların yaşam biçimleri tanrıyı dışlamış bile olsa, tanrının
dışında yaratılmış ilahlar icat etmişte olsalar Kur'an nazarında din olarak kabul edilmiştir.132
Ancak dikkat edilmesi gereken nokta vurgu yaptığımız mutlak/objektif din ile sadece
adlandırma olarak bir benzerlik arz etmektedir. Yapı ve değer açısından
değişken/subjektif/öznel dinin en uç noktası olup şirk yapısını oluşturmaktadır. Din esas
olarak insan için bir anlam ifade etmektedir, yoksa tanrının dinsel düzlemde kendini
yönlendirmesi anlamsızdır. Anlam arayışı içerisinde bulunan ve gerçeği bulmaya çalışan
insandır. Kur'an açısından bu gerçek bir tanedir (hakk) ve o da Allah'tır ya da Ondan gelendir.
Bu gerçek insanın inanç ve yaşamına tevhit olarak yansımaktadır. Bu gerçekliği kabul
etmeyen yahut ona ulaşamayan ikinci tavır vardır ki o da gerçek olmayanı (bâtıl) temsil
etmektedir.133 Hakk-Bâtıl ayrımında gözetilen nokta inanç, düşünce, tutum ve davranışlardır;
Kur'an açısından insan, bir yapıp etmeler toplamıdır, onun hakkındaki bütün
değerlendirmeler de buna göre yapılmaktadır. İnsanları farklı olmaya iten en önemli etken
içsel ihtiyaç ve isteklerin yerine getirilme biçimleridir. Allah bu bağlamda yaratılışın
bozulmadan en ideal şekilde dünya hayatının devam ettirilmesini istemektedir.134
Kur'an'da olduğu gibi Tanrı kavramı birçok dinin ya da aynı düzeyde ve biçimde
olmasa da belli varlık göstermiş bütün dinler tanrı kavramını tanımaktadırlar. Belli bir formu
ve özellikleri belirlenmemiş tanrı düşüncesine sahip olmayan dinler de ise bazı kavram ve
inançlara bünyelerinde yer verdikleri bilinmektedir. İnsan kendisinin yaratılmış olduğu fikrini
muhafaza ettiği müddetçe bu düşünce ve inançtan ayrılması mümkün değildir. Vahiyle sabit
olan din için Tanrı merkezi bir konumdadır, öyle ki Tanrı, dinle ilgili bütün yaşantı ve
eylemleri kendisine yöneldiği kavram konuma yerleşmiştir, O'na yönelme iman bağıyla
belirginleşir. Tanrı, insanın sadece bağlanmak suretiyle içsel boşluğunu gidermekle kalmaz
Kur'an-ı Kerim, Yûsuf 76.
Çalışkan, a.g.e., s.86-89.
133
Kur'an-ı Kerim, Hacc 62; Lokmân 30.
134
Kur'an-ı Kerim, Rûm 30; Zümer 6-7; Hucurât 13.
131
132
35
aynı zamanda onun yaşantısında uyacağı harici bir otorite konumuna yükselir. Tanrının
olmadığı ya da olsa da ihtimalden öteye gidemeyeceğini varsayan düşünceler, insanın
yaşamında kendini sınırlandıracak hiçbir gücün olamayacağını savunurlar. Böyle bir şartlama
söz konusu olduğunda insanın kendi davranışlarında sınırlandırmaya, dinsel tabirle helal ve
haram ayrımı yapaya ihtiyacı yoktur. Dinin subjektif boyutunun böyle bir önemi söz
konusudur. Yaratılmış olanlar açısından inanç konusunda yaratıcı-yaratılan bağlamında
konuyu ele alan Malik b. Nebi şunları söyler: "İnsan yaratılıştan (fıtraten) kendisinin
belirlemediği birtakım duygu ve içgüdülerle dünyaya gelir. Bunlar yerine ve zamanına göre
ortaya çıkar ve insan, kendine has özelliğini burada gösterir. Böylece bu duygular, dürtüler ve
içgüdüler insan yaşamının bütün gelişme aşamalarını sürekli kılar."135 Yaratılıştan gelen
inanma ihtiyacı potansiyel olarak her insanda mevcuttur. Bu duygu dinin evrenselliğinin de
sırrıdır. İnsanın inanmaya ihtiyacı onun psikolojik olarak boşlukta kalamayacağı anlamına
gelir. Mutlaka tutunması ve bağlanması gereken bir şeylere ihtiyaç duymaktadır. "Ey
insanlar! Siz Allah'a muhtaçsınız. Allah'ın ise hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, aksine O övülmeye
layıktır."136 Ayette yaratıcı-yaratılmış ayrımı net şekilde ortaya konulmaktadır. Bu inanma
ihtiyacı Allah'ın mutlak dini ile karşılanmadığında insan onu başka şeylerle gidermeye
yönelmektedir. Ayrıca insanın yaratıcısı ile ihtiyaçlarla sınırlı olmayan daha ileri düzeyde içsel
bir bağlantısı da söz konusudur: "Sonra onu (insanı) şekillendirdi ve ona kendi ruhundan
üfledi. Tıpkı bunun gibi O sizi işitme, görme melekeleri ve duygularla donattı."137 Allah insanı
fizikî olarak inşa ettikten sonra ruhundan üflemiştir. Bu insanın bilinçaltının Kur'anî
yorumudur. Böylece insanın fizikî varlığında boyutları olmayan bir manevî alan açılmıştır.
Boyutlarının olmaması insanın bu yönünün tanınmasının zor olduğu ve onun gidebildiği kadar
içsel derinliğe gidebileceği anlamını da taşımaktadır. Binaenaleyh o, herhangi bir objeye veya
yaratıcıya bağlanabilir. Ancak Kur'an, insanı gerçek ilah olan Allah'a bağlanmaya ve diğerlerini
reddetmeye çağırmaktadır. Çünkü insanın özünde kendisini yaratanla bir yakınlık vardır,
bunu anlayacak olan da yine ruhu üfleyenin yerleştirmiş olduğu duygulardır.138 Hülasa,
Kur'an'ın ikame ettiği dinin insan-Allah arasında ikili bir münasebet ve belirli bazı inanç ve
ibadetlerden ibaret olmadığını ayetler bağlamında objektif-subjektif olarak aktarmaya
çalıştık. Kur'an'da din kavramı ve onun içeriği ile alakalı ilgili ayetlerde hiçbir zaman sadece
Allah ile kul arasında ikili bir ilişki anlamında kullanılmamıştır. Dinin insan için olduğu, insanın
da toplumsal bir varlık olduğuna vurgu yapılmıştır. Dinin iman ve amel ilişkisi üzerine kurulu
olduğuna vurgu yapılmıştır. Buna dair Râzi, "Muhsin olarak yüzünü (kendini) Allah'a teslim
eden ve hanîf olarak İbrahim'in milletine uyandan daha güzel dini (ehsenu dinen) olan var
mıdır ?..."139 ayeti bağlamında "yüzünü Allah'a teslim eden" ifadesinin imana işaret ettiğini
söyler ve şu izahı yapar: "İslam inkiyâd ve hudûdur; el-vech ise insanın en güzel azasıdır. İnsan
kalbiyle Rabbini bilir ve nefsi ile onun rububiyet ve ubudiyetini ikrar ederse o yüzünü ona
Gös. yer, s.171.
Kur'an-ı Kerim, Fâtır 15.
137
Kur'an-ı Kerim, Secde 9; Hicr 29; Nahl 78; Mü'minûn 78; Sâd 72; Mülk 23.
138
İsmail Çalışkan, a.g.e., s.171-172.
139
Kur'an-ı Kerim, Nisâ 125.
135
136
36
teslim etmiştir. Amelin karakteri ise vehuve muhsinun ifadesinde yatmaktadır ki o, güzellikleri
işlemek ve kötülükleri terk etmektir."140
5.DİN VE İDEOLOJİ
Batı ve İslam literatürlerinde din tanımı, Kur'an'a göre dinin ne olduğunu yukarıdaki
bölümlerde ayrıntılı olarak işledik. Bu bölümde tekrar dinin ne olduğunu anlatmaya
girişmeyeceğiz. Ancak baz alacağımız din tanımları, Kur'an'ın objektif-subjektif din tanımı
olacaktır ki, hak din olan Allah'ın ölçüsü ile belirlenen İslâm ve bunun dışında kalan bâtıl
dinler olarak Kur'an'ın belirttiği din tanımları ölçü alınacaktır. İşleyeceğimiz konu ise,
ideolojinin ne olduğu, nasıl oluştuğu, din ile benzerlikleri ve Kur'an'ın tanımına göre
ideolojilerin de birer din olup olmadığı konusudur. Buradan itibaren din kavramını hak-bâtıl
olarak ayırarak kullanacağız, bu kullanımlardan kast ettiğimiz şey ise, yukarıda Kur'an
tarafından tanımlanan hak ve bâtıl din yapılarıdır. Hak din ile diğerleri arasındaki en temel
farklılık tutarlılıktır. "Bu inançlar ağında her iplik başka bir ipliğe bağlıdır."141 EvansPritchard'ın bu sözünden yola çıkarak tutarlılığı şu şekilde izah edebiliriz: Hak din beşerî bir
oluşum değildir, insanı yaratan bir kudretin ona uygun olan sistemi tesis etmesidir, bu
yüzdendir ki kurduğu sistemde bir tutarlılık söz konusudur. Ancak diğer yapılarda bu aynı
değildir, tutarlılıktan çok iç çelişkilerle doludur ve evrensel değildirler. Bu yüzdendir ki, bir
toplumun düzenini sağlayabilirken aynı yapı başka toplumu düzensiz hale getirebilmektedir.
Hak din ise, bütün insanlık için gönderilmiştir ve çeşitli yerellikleri bünyesinde
barındırabilecek bir evrenselliğe sahiptir. Fakat dikkat edilmesi gereken şey ise, Kur'an'ın "din
budur" dediği şeyi beşerîn keyfiyetiyle anlamak değil onu gönderenin anlatmak istediği gibi
anlamak gerekir. Bu bağlamda konunun daha iyi anlaşılabilmesi için ayrı bir parantez açarak
şunu belirtmeliyiz: Kur'an'ı açıklama görevini Allah kimseye bırakmamıştır, bizzat bunu
kendisi yapmıştır ve gerekçesini de belirtmiştir: "Elif, Lâm, Râ. Bu öyle bir kitaptır ki, âyetleri
muhkem kılınmış sonra da doğru karar veren ve her şeyin iç yüzünü bilen Allah tarafından
açıklanmıştır."142 Peki açıklamayı neden Allah yapmıştır ? "Böyle olması, Allah’tan başkasına
kul olmayasınız diyedir."143 Çünkü Kur’an’ı açıklama görevi insanlara verilseydi, bizler
insanların yorumlarını Allah’ın sözüyle bir tutacaktık ve Allah’a itaat etmek adına insanlara
kulluk ve itaat eder hale gelecektik. Akla şu soru gelebilir, açıklamayı yapan Allah ise
peygamberin görevi144 nedir, cevabını peygamberinin ağzından Allah ayetin devamında
İsmail Çalışkan, a.g.e., s.202.
Peter Burke, Tarih ve Toplumsal Kuram, çev.: Mete Tunçay, İstanbul 2012, s. 99.
142
Kur'an-ı Kerim, Hud 1.
143
Kur'an-ı Kerim, Hud 2.
144
Ayrıca bkz. "O zikri sana da indirdik ki, kendilerine gönderileni o insanlara açıkça anlatasın." (Nahl 44); "Hani
Allah, kendilerine kitap verilenlerden söz almıştı: 'Onu(kitabı) insanlara açıklayacaksınız ve asla
gizlemeyeceksiniz.'" (Âl-i İmrân 187); " Ey Kitab ehli, Kitaptan gizlediğiniz bir çok şeyi size açıklayan elçimiz geldi.
" (Mâide 15); "Onlardan bir takımı da Kitabı okuyormuş gibi ağızlarını eğip bükerler ki sözlerini Kitaptan
sanasınız, ama Kitaptan değildir. Üstelik 'Bu Allah katındandır' derler, halbuki Allah katından değildir. Onlar bu
yalanı bile bile Allah’a mâl ederler." (Âl-i İmrân 78).
140
141
37
veriyor: "Ben de o kitapla sizi uyaran ve müjdeleyen kişiyim."145 Dinin ne olduğuna bu
bağlamda yaklaşılması gerekir ve bizim hak dinden kast ettiğimiz şeyde budur.146
İdeoloji kelimesi "idea"147 ve İngilizceden "-logy" ekini almıştır. Oxford Dictionaries’e
bakıldığında bu ekin aslî halinin "-ology"148 olduğu fark edilebilir. İdea kelimesinin iki temel
anlamı: "Mümkün bir eylem/hareket planına dair fikir ya da fikir ileri sürme." ve "(belirgin bir
fikir için) amaç ya da hedef."149 Bu iki anlamı bir arada düşünmek bize aslında ziyadesiyle
önemli bir tanım kazandırır. Bu anlatıda idea bir amaca yönelik mümkün bir eylem planı fikir
ya da fikir ileri sürmek demektir. Yani plân, yol, yordam ve hatta metot demek ile
anlamlandırılması gayet mümkündür. Eş anlamlılarının "plan", "design", "project", "aim"
olması150 bu söylediğimizi destekler niteliktedir. Bir diğer anlamı ise (-ki bu söylediğimiz ikinci
anlamın bir alt anlamı olarak verilmiştir) "an opinion or belief"151dir. Yani "bir görüş ya da
inanç". Tüm bu üç anlama bakıldığında karşımıza çıkan genel sonuç şudur: "Idea, belirli bir
amaca dair eylem planı ve yol haritası olarak bir düşünme eylemi sonucunda edinilen ve
benimsenen bir fikir, plan, disiplindir." Bu cihetiyle ise işte amaca varmada bir metottur.
Tekrar –ology ekine dönerek ideology/ideoloji kelimesine bakacak olursak ideoloji: "edinilen
belirgin bir amaca yönelik izlenen özel bir disiplin ve planı belirtir, yani metottur." İdeoloji
birçok tanımı olan bir terimdir. Kimileri bunu aşağılayıcı anlamda kullanır: Benim inançlarım
var, onunsa ideolojisi! Başkaları içinse, bu terim yansızdır, "dünya görüşü" ile özdeştir.
Mannheim ise, ideolojiye bu iki bakış arasında yararlı bir ayrım yapmıştır. "Toptan" ideoloji
anlayışı dediği ilki, belirli bir inanışlar ya da dünya görüşleri dizesi ile belirli bir toplumsal grup
ya da sınıf arasında bir birliktelik olduğunu düşündürmektedir. Mannheim'ın "belirli" ideoloji
anlayışı dediği ikincisiyse, belirli bir toplumsal ya da siyasal düzeni sürdürmek için
Kur'an-ı Kerim, Hud 3.
Kur'an'ın anlaşılmasına yönelik yapısı için bkz. "Ayetleri, bilen bir topluluk için Arapça Kur’anlar halinde
açıklanmış kitaptır." (Fussilet 3); "Allah sözlerin en güzelini, birbirine benzer, ikişerli (âyetler içeren) bir kitap
olarak indirmiştir. Rablerinden korkanların tüylerini ürpertir; sonra onların kalpleri ve vücutları Allah’ın bilgisiyle
yumuşar; İşte bu Allah’ın yoludur. Onu tercih edeni o yol yöneltir. Allah’ın sapık dediğine kimse doğru yoldadır
diyemez." (Zümer 23); "Sana bu kitabı indirmiş olan O’dur. İçinde muhkem ayetler vardır. Onlar kitabın anasıdır.
Diğerleri (o muhkemlere) benzeyen ayetlerdir. Kalbinde kayma olan kişiler, fitne çıkartmak amacıyla, o
ayetlerden kendi zihinlerindekine benzer bir ayetin peşine takılırlar. Ve onu te’vil etmek isterler. Oysaki onun
te’vilini Allah’tan başkası bilmez. Ayakları yere basan alimler şöyle derler: 'Hepsi Rabbimiz tarafındandır. Biz
buna inandık.' Bu bilgiye sağlam duruşlu olanlardan başkası ulaşamaz." (Âl-i İmrân 7).
147
Cambridge Dictionaries’de kelime ile ilgili başka bir tanım da mevcuttur. "an understanding, thought, or
pictures in your mind". Başka sözlüklerdeki anlamlarla birlikte düşünüldüğünde idea kelimesinin “fikir”, anlayış
ve görüş gibi bir anlamının olduğu da su götürmez bir şekilde ortaya çıkar:
https://dictionary.cambridge.org/dictionary/turkish/idea, (29.3.2017).
148
Bahsi geçen sözlükte ek “usually as –ology” olarak tanımlanmıştır:
https://www.oxforddictionaries.com/definition/english/-logy, (29.3.2017).
149
https://www.oxforddictionaries.com/definition/english/idea, (29.3.2017).
150
Bkz. Belirtilen sözlükteki synonyms kısmı: https://www.oxforddictionaries.com/definition/english/idea,
(29.3.2017).
151
Diğer taraftan ideology kelimesinin izahı esansında da belief kelimesinin kullanılmış olması getirilen yorumun
isabetliliğini ispatlar niteliktedir: the set of ideas and beliefs of a group… “Idea” kelimesinin bahsedilen anlamı
için bkz: https://www.oxforddictionaries.com/definition/english/idea, (29.3.2017); ideology kelimesindeki
anlam için bkz.: https://www.merriam-webster.com/dictionary/ideology, (29.3.2017).
145
146
38
yararlanılabilecek fikirler ya da temsillerdir.152 İdeolojik insanın durumu zihniyet kavramı
üzerinden Evans-Pritchard'ı tekrar alıntılayalım: "Kendi inançlar ağından kaçamaz, çünkü
bildiği tek dünya odur."153 Bu tarz insanlar toplum genelinde fazlaca mevcuttur, kendi
ideolojik kalıbından hiçbir şekilde çıkamamaktadır, çünkü kapıldığı inanç ağından başka
inançlara bir bakış dahi olsa bakmak istemez, bunun birçok sebebi olabilir, ancak bu kişiler
her zaman aldanmışlardır, çünkü kendi bildikleri tek dünya haricinde başka hiçbir dünyayı
görmemiş, görmek için de yeltenmemişlerdir; sığ bir şekilde hayatlarını idame ettirirler.
Düşünmek, gerçekten de acı vericidir. Çünkü farkındalık yaratır ve şüpheye yol açar.
Düşünmek insana bir yük gibi görünür. Bu yüzden; insanların çok büyük bir bölümü
düşünmekten kaçmak için, kendilerini içinde buldukları bir ideoloji veya inançla hipnotize
ederler. İdeoloji ve din arasındaki yapı benzerliği ikisinin de bir dünya görüşü olması,
insanlara bir nizam sunmaya çalışmalarıdır. İdeolojinin terim anlamında olduğu gibi dinin
terim anlamında da bir "dünya görüşü" ile birlikte "yaşam biçimi" sunma projesi vardır. Bu
bağlamda teist, seküler, ideolojik yapıların tamamı insana yaşam biçimi sunan bütün yapılar
Kur'an nazarında bir dindir. Kur'an bu dinleri hak ve bâtıl olarak ayırmaktadır. Daha öncede
belirttiğimiz gibi, Allah'ın güdümünde olan dine hak, diğerler yapıların tamamına bâtıl
demektedir. İdeolojik yapıları düzenleyen bir kişi veya grup veyahut tahrife uğramış din
yapılarının merkezinde her zaman bir yön verici kudret mevcuttur. Hak din olan İslâm'da ise
merkezde yön verici olarak Allah vardır. İslâm'ın ideolojik şekli, müminin kendini Allah'a tüm
teslimiyeti fikrinde belirir. Bu teslimiyetin özel bir şekli ise insanın Şeriat'e teslimiyetidir.
Teşekkül eden cemaatin başında bir idareci değil, Allah'ın kendisi mevcuttur. İslâmiyeti kabul
eden bir kabile başkanı peygamber'e "sen hükümdarımızsın" dediği zaman peygamber ona
"Hükümdar Allah'tır, ben değil" şeklinde cevap vermiştir.154 İdeolojik yapılarda toplumsal bir
örgütlenme olduğu gibi dinde de aynı durum söz konusudur, kaynakları aynı olmasa da
hedefleri ortaktır; insanlık için sunulan yaşam projesi: "İslâmiyet Allah'ın dolaysız idaresi,
milletinin üzerine gözlerini diken ilâhın hükümranlığıdır. Diğer toplumlarda civitas, polis,
devlet olarak bilinen birlik ve düzen ilkesi İslâm'da Allah tarafından temsil edilir. Allah ortak
yarar uğruna çalışan en üst kuvvetin adıdır. Böylece kamu hazinesi 'Allah'ın hazinesi', ordu
'Allah'ın ordusu' hattâ kamu görevlileri 'Allah'ın memurları'dır."155 Dolayısıyla İslâm
ideolojisinin lideri Allah'tır.
SONUÇ
Din kavramını yukarıda izah etmek istediğimiz bütün her şeyi toparlayarak bir sonuca
varmaya çalışırsak, Batı literatüründeki din anlayışı, sistemden ziyade inanç odaklıdır, yani
subjektif yönü ağır basmaktadır. Sistemsel olarak E.Durkheim'ın diğerlerinden ayrılan bir
yaklaşımı mevcuttur ve o da bu olaya toplumsal birlik ve bununda dinin kaynağı olduğunu
söylemektedir. İslam literatürü ise din kavramına tamamıyla İslam olarak bakılmıştır yani
152
Peter Burke, s. 101.
Peter Burke, s. 100.
154
Şerif Mardin, a.g.e, s. 70.
155
Gös. yer.
153
39
genel bir din kavramın tanımı mevcut değildir. Kur'an'ın din kavramına bakışı ise
diğerlerinden tamamıyla farklıdır ki bunu yukarıda ayrıntılı şekilde izahını yapmaya çalıştık.
Din, inanç ayrımını objektif-subjektif olarak sınırlarını belirlemeye çalıştık, din ile ideoloji
bağlantısını karanlık bir nokta bırakmayacak şekilde aktarmaya gayret gösterdik. Son olarak
Kur'an'a göre din kavramının ne olduğu ve ne olmadığının daha iyi anlaşılabilmesi için tekrar
ayetler bağlamında üzerinde durarak incelemeyi tamamlayacağız. Öncelikle şunu
belirtmeliyiz ki, Allah her şeyi bir ölçüye (kader)156 göre yaratmıştır ve sistem tamamıyla bu
ölçülere göre işlemektedir. İnsanı da bir ölçüye göre yaratan Allah ona gönderdiği dini de ona
uygun ölçülerde oluşturmuştur; ve Allah gönderdiği dinin insanı karanlıklardan aydınlığa
çıkaracağını157 iddia etmektedir. Bu karanlıklardan aydınlığa çıkarma metaforu insanın
hayatını idame ettirmede bocaladığı, saplanıp kaldığı, beşeri sistemlerin çözüm olmadığı
yaşam tarzlarından Allah'ın insan fıtratı ile uyumlu sistemine geçişini anlatmaktadır. Benzer
bir iddiayı Allah, bu dinin insanları doğru yola ileteceğini ve her şeyi açıkladığını158 söyleyerek
de yapmaktadır. Tabi ki, bu iddiaların gerçekleşmesi için her şeye ölçü koyan Allah'ın
metotlarının uygulanması gerekmektedir; aksi durumda bugün Kur'an çok fazla okunmasına
rağmen iddialar gerçekleşmemektedir, Müslüman alemi aydınlıkta değil karanlıktadır. Çok
okumanın bir fayda etmediği, Allah'ın gösterdiği metot (hikmet) ile okunması ve uygulanması
sayesinde yapılan iddiaların gerçekleşebileceği çok açıktır. Allah yarattığı her şeye ayet
demektedir, bu bağlamda insanlar doğada var olan herhangi bir şeyden ürün elde edebilmek
için belli metotlar uygulamak koşuluyla emek vererek elde etmektedir. Bu durum Kur'an
ayetlerini anlamada da geçerlidir159; çünkü tekrar edersek Allah her şeyi bir ölçüye göre
yaratmış ve verdiği her emri bir ölçüye göre vermiştir; dolayısıyla Kur'an'ı anlamanın da bir
metodu vardır, her şeyin arka planında olduğu gibi. Eğer bu metoda uygun şekilde anlamak
için emek sarf edilmezse, sadece fonetiği için yaklaşılırsa, bu kitap hiç kimseyi karanlıklardan
aydınlığa çıkarmaz. Allah, insanlardan konumlarını bilmesini ve ona göre davranmasını
istiyor, onun kurduğu sisteme müdahale edilmemesini istemektedir; nasıl ki insan dışı
gelişmelere müdahil olamıyorsak, buna da olunmaması bekleniyor tabi ki burada tercih
insanın kendisine bırakılmaktadır ki, imtihan gerçekleşebilsin. Binaenaleyh Allah hükmüne,
sistemine hiç kimseyi ortak etmemektedir; buna rağmen Allah'ın sistemine ortaklık etmek
isteyenler olduğu için Allah "başkasına kul olmayın"160 şeklinde insanları uyarmakta, sistemin
sahibinin kendisi olduğunu ve onu açıklayanında yalnız kendisi olduğunu belirtmektedir.
Başkasının sisteme müdahale etmesi durumunda insanlar Allah'a kul olmaktan çıkıp
müdahale edene kul olduklarını söylemektedir. Bu kişiler dindardır hala, fakat Allah'ın dinin
dindarı değildir, çünkü müdahale sonucu o din Allah'ın dini olmaktan çıkmıştır. Bu müdahale
konusu içerisine peygamberler de dahildir161 onlarda müdahale edemez sadece o kitap ile
uyarır ve müjdelerler, bu konuyu yukarıda ayetlerle detaylıca aktarmıştık. Ölçü ve metot
Kur'an-ı Kerim, Talâk 3; Rad 8; Kamer 49.
Kur'an-ı Kerim, İbrahim 1, 2.
158
Kur'an-ı Kerim, İbrahim 1, 2; Nahl 89; Yusuf 111.
159
Kur'an-ı Kerim, A'râf 52.
160
Kur'an-ı Kerim, Hûd 1, 2; ayrıca bkz. Yusuf 40.
161
Kur'an-ı Kerim, Hûd 3.
156
157
40
konusuna girmemizin sebebi, dinin anlatımının da bir metoda uygun aktarılmasından
dolayıydı.
Din kelimesinin deyn kökünden borç ilişkisinden162 geldiğini belirtmiştik. Borç
ilişkisinde tarafların varlığı ve bu taraflardan birsinin itaati, ayrıca bir süresinin söz konusu
olduğu ve bunların sonucunda bir hesaplaşmasının gerçekleşeceği aşikardır. "Allah'ın gökleri
ve yeri yarattığı günden beri geçerli olan evrensel yasasına göre O'nun katında ayların sayısı
on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. Sağlam din budur..."163 Allah bu ayette ayların
sayısını belirtmekte ve buna sağlam din demektedir; yani ölçü budur, sistem bu ve insanlara
siz bunu değiştiremezsiniz demektedir ve bunu din kelimesi ile ifade etmektedir. Aynı şekilde
"... Din gününün sahibi (maliki)..."164 hesaplaşmanın olacağı, burada da tek hakim olan,
sınırları belirleyen, başka hiç kimsenin müdahil olmadığı, olamayacağı ve Allah'ın kullarıyla
hesaplaşacağı bir güne de Allah, din günü demektedir. Yani din, belli ölçüleri olan temelinde
hesaplaşmaya165 dayanan bir kavramdır. Bu din kainatın tamamı için geçerli olan bir dindir,
çünkü ikisinin ölçüsünü belirleyen de Allah'tır, bu yüzden insanların "yüzünü dosdoğru
Allah'ın fıtrata çevirmesini, insanları o ölçüye göre yarattığını"166 söylemektedir. Allah'ın din
ile ilgili tanımlarında diğer dinlerle bir kıyaslama mevcuttur bu yüzden sağlam din, doğru din
gibi söylemler mevcuttur. Allah verdiği hükme din demektedir ve onun gibi başkalarının da
hüküm vererek din oluşturduğunu söylemekte ki bu konuyu detaylıca yukarıda işlemiştik. Bu
bağlamda, içinde ölçü barındıran sistemlerin tamamı dindir; içinde Allah'ın ölçüsünü
barındıran İslâm'ın da bir din olması gibi, aynı şekilde ideolojik boyutta bunlar birer
ideolojidir. "Sizin dininiz size, benim dinim bana..."167 ayetinde belirtildiği gibi din başkasına
da izafe edilebiliyor. Yaşam tarzını belirleyen ki, bu insanın toplumsal hayatını tamamıyla
kuşatan bir şeydir, Allah'ın sistemi (hak) ve başka sistemler (bâtıl) mevcuttur, insan ise
bunlardan istediğini seçmekte özgürdür. "... Yoksa Kralın dinine göre kardeşini
alıkoyamazdı..."168 ayetinde de belirtildiği gibi oluşturduğu sisteme Allah din dediği gibi,
Kralın oluşturmuş olduğu sisteme de din demektedir. Benzer bir durum, "Firavun: Beni
bırakın da Musa'yı öldüreyim. O Rabb'ine yalvaradursun. Onun sizin dininizi değiştireceğinden
veya yeryüzünde bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum, dedi."169 Burada bir beşerin
oluşturduğu sistem, onun hükümleri ona atfedilerek din olarak tanımlanmaktadır. Ayrıca bu
beşeri dinleri oluşturanlar ve onun dindarları kendi dinlerinin hak olduğunu düşünür ve
söylerler,170 Firavun veyahut Mekkeli müşrikler misalinde olduğu gibi. Zaten yukarıda
köklerini de belirttiğimiz Kur'an'da dînu'l-hakk, dînullâh kullanımları başka din oluşumlarının
da varlığını göstermektedir. Ayrıca bu duruma sadece semavi dinler düşünülmemeli çünkü
Kur'an-ı Kerim, Bakara 282; Nîsa 11, 12.
Kur'an-ı Kerim, Tevbe 36.
164
Kur'an-ı Kerim, Fâtiha 4.
165
Kur'an-ı Kerim, Zâriyât 6.
166
Kur'an-ı Kerim, Rum 30.
167
Kur'an-ı Kerim, Kafirun 6.
168
Kur'an-ı Kerim, Yusuf 76.
169
Kur'an-ı Kerim, Mü'min 26.
170
Kur'an-ı Kerim, Âl-i İmrân 73.
162
163
41
Allah bunların tamamının İslam olduğunu171, tahrif edildiğinden dolayı bir sonraki kitap ve
peygamberin gönderildiğini belirtmektedir. Daha net bir ifade ile "Allah katındaki din
İslam'dır."172 O'nun katında geçerli olacak olan dinin bu olduğunu belirtmekle onun katında
geçerli olmayacak dinlerin de varlığından haberdar etmektedir. "Allah'ın dininden başkasını
mı arıyorlar ? Yeryüzünde ve göklerde kim varsa isteyerek ya da istemeyerek O'na (Allah'ın
koyduğu dine/sisteme) teslim olmuştur..."173 Bu ayetten de anlaşılan Allah'ın kurduğu
sisteme isteyerek ya da istemeyerek her şeyin teslim olduğudur, insan eğer bu sisteme teslim
olmazsa Allah'ın yarattığı kainatta problemli olarak kalacaktır ve O'nun kurduğu sistem sabit
ve süreklidir.174 Dinin adının da İslâm olması yani her şeyin ona teslim olduğu anlamını
taşımaktadır, kendi iradesi ile teslim olana ise Müslim175 demektedir. "İbrahim oğullarına bu
dine uymalarını vasiyet etmişti. Yakup da öyle yaptı dedi ki: Oğullarım Allah sizin için bu dini
seçti, son nefesinize kadar Allah'a teslim olmuş kişiler olarak yaşayın ve böyle ölün."176
Ayetteki "Allah sizin için bu dini seçti" ifadesi önemlidir, seçim birden fazla şeyler arasında
yapılmak zorundadır. "Yüzünü dosdoğru bu dine, Allah'ın 'fıtrat'ına çevir. O, insanları ona
göre yaratmıştır. Allah'ın yarattığının yerini tutacak bir şey yoktur. Doğru din bu dindir.
İnsanların çoğu bunu bilmezler."177 Bu ayet aslında her şeyi açıkça belirtmektedir, insanı
fıtrata göre yaratan Allah, fıtrata göre de dini yani sistemi oluşturmuştur ve bu sistemin
dışına çıkanlar dinin dışına yani şirk sistemine girmiş olmaktadırlar. Bu sistemin dışına sadece
insan ve cinler çıkabilmektedir,178 kainatta bulunan diğer bütün varlıklar bu sisteme teslim
olmuş durumdadırlar. Dosdoğru din yani sisteme teslimiyet ise Allah'tan başkasına kul
olmamaktır.179 Allah'ın sistemi dışında bulunan sistemler ise şirk ile bağlantılıdır ve Allah
kesin olarak hükmüne hiç kimseyi ortak etmeyeceğini180 söylemekle sınırları belirlemiştir.
Allah dininin hakim olacağını ve bu sistemin/dinin gerçek olduğunu, "Gerçek dinle (sistem)
elçisini gönderen Allah'tır; çünkü tüm dinlerin üzerine hakim kılsın diye"181 şeklinde ifade
etmektedir. Ayrıca bu dine (sisteme) uymamamın şirkle sonuçlanacağını "Ben yüzümü gökleri
ve yerleri yaratan Allah'ın dinine çevirdim dosdoğru, ben böyle yapmamla müşriklerden de
olmam.."182 ayetinde görmekteyiz. Bunun dışında bir sistem/din ile gelindiğinde: "Kim
İslâm'dan başka bir din ararsa, o din ondan asla kabul edilmez ve ahirette hüsrana
uğrayanlardan olur."183 açıkça kabul edilmeyeceği söylenmektedir. Buraya kadar olan
bölümden de kesinlikle anlaşılacağı gibi din bir takım kişilerin ileriye sürdüğü gibi Allah ile kul
arasına indirgenecek bir şey değildir ki bunu yukarıda objektif-subjektif ayrımında neyin neye
Kur'an-ı Kerim, Şuarâ 13; Âl-i İmrân 19; Tevbe 36; Hacc 78.
Kur'an-ı Kerim, Âl-i İmrân 19.
173
Kur'an-ı Kerim, Âl-i İmrân 83.
174
Kur'an-ı Kerim, Nahl 52.
175
Kur'an-ı Kerim, Bakara 131.
176
Kur'an-ı Kerim, Bakara 132.
177
Kur'an-ı Kerim, Rûm 30.
178
Kur'an-ı Kerim, Zâriyât 56.
179
Kur'an-ı Kerim, Yusuf 40.
180
Kur'an-ı Kerim, Kehf 26.
181
Kur'an-ı Kerim, Tevbe 33; Fetih 28; Saff 9.
182
Kur'an-ı Kerim, En'am 79.
183
Kur'an-ı Kerim, Âl-i İmrân 85.
171
172
42
tekabül ettiğini anlattık, din çok daha geniş çerçeveli bir kavramdır. İdeoloji bağlamından
tekrar baktığımızda ise din, bir dünyayı anlama ve kendini o dünyada belirli bir yere
yerleştirme modeli olarak fonksiyon görmektedir. Dolayısıyla İslâm dinini seçmiş birisinin
başka bir ideoloji seçmesi mümkün değildir; dünya görüşü, nizamı ve yaşam biçimi olarak
zaten ideolojisini İslâm olarak tercih etmiştir. Anlattığımız bütün her şeyde insanların
yönelmesinde ki, sorun bilgi sorunu değildir tercih sorunudur: "... Dini sadece Allah'a has
kılarak, O'na kulluk..."184 edebilme, teslim olabilme sorunudur. Hülasa peki neden diğerleri
değil de İslâm dini (sistemi) dersek, bunu yukarıda fıtrat ilişkisiyle bağlantılı olarak aktardık
ancak Hüseyin Atay'ın dediği gibi özetle, "İslâm iyi insan projesidir."
184
Kur'an-ı Kerim, Zumer 11.
43
KAYNAKÇA
ADIVAR, Abdülhak Adnan, Tarih Boyunca İlim ve Din, İstanbul 1987.
BOZKURT, Veysel, Değişen Dünyada Sosyoloji, Bursa 2015.
ÇALIŞKAN, İsmail, Kur'an'da Din Kavramı, Ankara 2016.
DOĞAN, D.Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, 11. Baskı, İstanbul 1996.,
FROMM, Erich , Psikanaliz ve Din, çev.: Şükrü Alpagut, İstanbul 1990.
https://dictionary.cambridge.org/dictionary/turkish/idea, (29.3.2017).
https://www.merriam-webster.com/dictionary/ideology, (29.3.2017).
https://www.oxforddictionaries.com/definition/english/idea, (29.3.2017).
https://www.oxforddictionaries.com/definition/english/idea, (29.3.2017).
https://www.oxforddictionaries.com/definition/english/idea, (29.3.2017).
https://www.oxforddictionaries.com/definition/english/-logy, (29.3.2017).
İBNİ MANZUR, Lisanu'l Arab, Beyrut trs.
JUNG, Carl Gustav, Din ve Psikoloji, çev.: Cengiz Şişman, İstanbul 1993.
KARACOŞKUN, M.Doğan, "Dinî İnanç-Dinî Davranış İlişkisine Sosyo-Psikolojik
Yaklaşımlar", Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, IV(2004), Sayı:2, s. 23-36.
KUTUB, Seyid, İslam Düşüncesi, çev.: H. Şükrü, R. Tosun, M. Çelen, İstanbul 2006.
LORD NORTBOURNE, Modern Dünyada Din, İstanbul 1995.
MARDİN, Şerif, Din ve İdeoloji, İstanbul 2016.
ORUM, Fatih, Kur'an'ın Öğrettiği Kavramlar:Din, İstanbul 2016,.
RAGIP el-İsfahani, Müfredât, İstanbul 1986.
SAATÇIOĞLU, Fulya ve Murat Ukray, Das Kapital & Karl Marx, Ankara 2014.
UYSAL,Veysel, Din Psikolojisi Açısından Dini Tutum, Davranış ve Şahsiyet Özellikleri,
İstanbul 1996.
44