İSLAM ŞAİRİ
Mehmed Akif Ersoy
Editörler
Dr. Öğr. Üyesi Arif Edip AKSOY
Doç. Dr. Abdullah ALPEREN
Paradigma Akademi
İSLAM ŞAİRİ
Mehmed Akif Ersoy
Editörler
Dr. Öğr. Üyesi Arif Edip AKSOY
Doç. Dr. Abdullah ALPEREN
ISBN: 978-625-8118-84-1
Sertifika No: 32427
Çanakkale Kitaplığı
Araştırma İnceleme Bilişim Yayın Matbaa
Tic. Ltd. Şti.
Paradigma Akademi Basın Yayın Dağıtım
Fetvane Sokak No: 29/A
ÇANAKKALE
e-mail:
[email protected]
Dizgi & Kapak
Himmet AKSOY
Matbaa
Vadi Grafik Tasarım ve Reklam Ltd. Şti.
Sertifika No: 47479
Kitaptaki bilgilerin her türlü sorumluluğu yazarlarına aittir.
Bu kitap T.C. Kültür Bakanlığından alınan bandrol ve
ISBN ile satılmaktadır. Bandrolsüz kitap almayınız.
Eylül 2022
Paradigma Akademi
SAFAHAT’TA ÜÇ DÖNEM, ÜÇ NESİL,
ÜÇ BAKIŞ
Doç. Dr. İsmail Alper KUMSAR*
ÖZET
Mehmed Âkif Ersoy’un Safahat’ı birçok bakımdan ideal ve
reel olanın çatışması üzerine kurulmuş şiirlerden oluşur. Safahat
anlatıcısına göre ideali temsil edenler, Türk’ün uzak mazisini
şekillendiren geçmişteki “Nesl-i Necip” ve ondan ilham ile istikbali
kuracak olan “Asım’ın Nesli”dir. Reel olanı temsil edenler ise satvet
dolu mazinin mirasını bitiren halihazırdaki “nesl-i sefih”tir.
Safahat’ın birçok şiirinde bu üç neslin çeşitli bakımlardan mukayese
edildikleri görülür. Bu çalışmada bahsi geçen üç neslin Safahat’ta
hangi isimlerle/sıfatlarla anıldığı ve hangi değerler manzumesi
etrafında birleştikleri tespit edilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Safahat, Mehmed Âkif, Nesil, Geçmiş,
Gelecek.
Giriş
Mehmed Âkif Ersoy’un Safahat isimli eseri, birçok bakımdan
ideal ve reel olanın çatışması üzerine kurulmuş şiirlerden oluşur. Bu
kitapta, gelecekten ümidini kesmiş; bağlı bulunduğu değerler
manzumesine yabancılaşmış bir yığın ile onları yönlendirmeye,
onlara umut aşılamaya çalışan bir anlatıcı görülür. Anlatıcı, her
fırsatta mevcut durumun çirkinliğini gözler önüne sererek
muhataplarını sarsmaya gayret eder. Çalışmak atalet, ilim cehalet,
Düzce Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü
[email protected]
*
201
İslam Şairi Mehmed Akif Ersoy
ümit ümitsizlik gibi kavramların karşı karşıya geldiği Safahat’ta;
anlatıcının “hakikat” olarak gördüğü değerlerden yana açık bir tavrı
vardır. Bu sırada şunu belirtmek gerekir ki edebi esere yaklaşırken
anlatıcı ile yazar arasında genel itibariyle belli bir mesafe gözetilir.
Ancak söz konusu eser Safahat olunca “anlatıcı”yla yazar arasındaki
mesafe kapanır. Bu nedenle zaman zaman “anlatıcı” tabirini
kullansak da bundan kasıt Mehmed Âkif’tir.
Safahat şairi reel durumdan şikâyet ederek inandığı, doğru
bulduğu “ideal”i somutlaştırmak istediğinde çoğu zaman ya
geçmişteki bir olaya / tarihi şahsiyete ya da gelecekteki muhayyel /
ideal bir kahramana gönderme yapar. Bu anlamda Safahat’ta geçmiş,
şimdi ve geleceği temsil eden üç nesil vardır ve eser; geçmiş, şimdi,
gelecek arasında gidip gelen bir anlatı düzlemi benimser. Bu
çalışmada Âkif’in geçmiş, şimdi ve gelecek nesil hakkındaki
tasavvuru Safahat’tan hareketle belirlenmeye çalışılacaktır.
Safahat’taki birçok şiirde karşılaşabileceğimiz bu tasavvuru, tekrara
düşmemek ve tabii bir sınırlandırma yapmak için Safahat şairinin
“nesil” kelimesini kullanarak açıkça belirginleştirdiği mısralar
üzerinden okuyacağız.
I. Bölüm: “Nesl-i Mücahit” ve “Nesl-i Müzmahil” Üzerine
Notlar
Safahat’ta geçmiş zamanın temsilcisi olan eski nesil, “cedd”,
“ecdad”; “selef” ve “eslaf” kelimeleri ile ifade edilerek üç sıfatla
anılır: “nesl-i necip (soylu, asil nesil), nesl-i kerim (ulu, büyük, aziz,
cömert nesil), nesl-i mücahid (gayretli, ceht ve cihat eden nesil)”.
Şimdiki zamanın temsilcisi ve korkunç durumun müsebbibi olan
“halef / ahlaf” ise “nesl-i cebîn (korkak, yüreksiz nesil), nesl-i sefil
(alçak, âdi, bayağı nesil), nesl-i muzmahil (çökmüş, perişan nesil),
nesl-i sefih, nesl-i me’yus (ümitsiz, karamsar, üzgün nesil)”tur.
Safahat’ta eski nesil ile mevcut neslin karşılaştırıldığı ilk
mısralar “Mahalle Kahvesi”nde karşımıza çıkar. Şarkın “harim-i
katili” olan kahvehanelerde vakit geçiren nesl-i hâzır, “Damarlarında
202
İsmail Alper Kumsar
kan yerine şehâmet [kahramanlık] yüzen “nesli necip”in hastane,
imaret, kanal ve köprülerini yıkıp kahvehane yapmıştır. Kahraman
babaların evlatları olan korkak nesil Safahat anlatıcısının her fırsatta
öne çıkardığı “çalışma” kavramına karşı son derece yabancıdır. Daha
doğru bir ifadeyle “çalışma”yı rüyasında görmek bile nesl-i hâzıra
azap vermektedir:
Neden mefâhir-i eslâfa kahr edip, yalnız,
Mülevvesâtına mâzîmizin sarılmadayız?
Kış uykusunda mı geçmişti ömrü ecdâdın?
Hayır, o nesl-i necîbin, o şanlı evlâdın,
Damarlarında şehâmet yüzerdi kan yerine;
Yüreklerinde ölüm şevki vardı can yerine.
Fakat biz onlara âid ne varsa elde, yazık,
Birer birer yıkarak kahvehâneler yaptık!
Bütün heyâkil-i san’at yetiştiren Şark’ın,
Zemîn-i feyzi nasıl şûre-zâra döndü bakın!
Ne hastahânesi kalmış zavallı eslâfın,
Ne bir imâreti, bitmiş elinde ahlâfın.
Kanalların izi yok, köprüler harâb olmuş;
Sebillerin başı boş, çeşmeler serâb olmuş!
O kahraman babalardan doğan bu nesl-i cebîn
Ne gîrûdâr-ı maîşet bilir, ne kedd-i yemîn.
Azâb içinde kalır sa’yi görse rü’yâda!
Niçin yorulmalı zâten “ölümlü dünyâ”da?
Vücud emânet-i Hak, doğru, hem de cennetlik.
Bu kahveler gibi Cennet de müslimîne gedik!1 (s. 102)
Âkif’in kahvehanelerle problemi “Fatih Kürsüsünde” isimli
şiirde de devam eder. Fatih Camii’ne kadar yürüyen iki arkadaş,
çevrelerinde gördükleri binalar üzerine konuşurlar. Köprüleri,
kemerleri, sebilleri büyük bir hayranlık ile seyreden anlatıcıya göre o
1
Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, (haz. Ertuğrul Düzdağ), Türkiye Diyanet Vakfi Yay.,
Ankara, 2008, s. 102. Safahat’tan yapılan tüm alıntılarda bu baskı kullanılmıştır. Bundan
sonraki alıntılarda sadece sayfa numarası verilecektir.
203
İslam Şairi Mehmed Akif Ersoy
eserlerin “Damarlarında yüzen kan da, can da Osmanlı”dır. Safahat
şairine göre “selef” mazurdur. Çünkü onlar kendi üzerine düşeni
yapmış ve su kemerleri, hastaneler, tıbbiyeler inşa etmiştir. “Nâhalef” olan ise nesl-i hâzırdır. Çünkü kemerleri “sıçan gibi oyarak”
dört adımda bir kahvehaneler açmışlardır.
Safahat şairinin zihnindeki “nesl-i mücahid”, Türk’ün uzak
mazisini yapan insanlardan oluşur. Onlar satvet devirlerinin
insanlarıdır. Onlar; kendi devirlerinde şen, şatır ocaklar kurmuşlardır.
Onların gömgök derelerine, zümrüt dağlarına, çıldırmış ekinlerine,
coşkun bağlarına, gökyüzünü deşen orman gibi mızraklarına, sahrayı
deşen kısraklarına mukabil bugünkülerin baştan başa viraneye
dönmüş yurtları vardır. Safahat’ta numune-i imtisal olarak gösterilen
“nesl-i mücahid”in bazıları şunlardır: Ertuğrul Gazi, Osman Gazi,
Orhan Gazi, Yavuz Selim, Yıldırım Beyazıt, Selahattin Eyyubi,
Kılıçarslan…
Nerde Ertuğrul’u koynunda büyütmüş obalar?
Hani Osman gibi, Orhan gibi gürbüz babalar?
Hani bir şanlı Süleyman Paşa? Bir kanlı Selîm?
Âh, bir Yıldırım olsun göremezsin, ne elîm!
Hani cündîleri, şâhin gibi, ceylân kovalar,
Köpürür, dalgalanır, yemyeşil engin ovalar? (s. 335)
Safahat şairinin zihninde “nesl-i hâzır” üç zümre hâlindedir:
dini yanlış anlayan geniş halk kitleleri, küskünler ve aydınlar. Âkif’e
göre bu üç zümrenin düşünceleri, hayata bakışları birbirinden farklı
olsa da bozukluk ve çürümüşlük bakımından üçü de birbirinin
aynıdır. Bu üç zümreden birincisini teşkil eden “zavallı avam”
Safahat’ta şöyle anlatılır:
Birinci zümreyi teşkîl eden zavallı avam,
Bıraksalar edecek tatlı uykusunda devam.
Bugün nasîbini yerleştirince kursağına;
“Yarın” nedir? Onu bilmez, yatar dönüp sağına.
Yıkılsa arş-ı Hilâfet, tıkılsa kabre vatan,
204
İsmail Alper Kumsar
Vazîfesinde değil: Çünkü “hepsi Allah’tan!”
Ne hükmü var ki esasen yalancı dünyânın?
Ölürse, yan gelecek Cennet’inde Mevlâ’nın.
Fena kuruntu değil! Ben derim, sorulsa bana:
“Kabûl ederse Cehennem ne mutlu, amca, sana!” (s. 249)
İkinci zümre, bir dönem İslam âleminin içinde bulunduğu hâlin
düzelmesi için mücadele ettiği hâlde sonradan ümitsizliğe kapılıp
hayata küserek inzivaya çekilen insanlardan oluşur: “İkinci zümreyi
teşkîl eden cemâ’at ise / Hayâta küskün olandır ki: saplanıp ye’se /
“Selâmetin yolu yoktur... Ne yapsalar boşuna!” / Demiş de hırkayı
çekmiş bütün bütün başına.” (s. 250) Âkif’in en sert yorumları
üçüncü zümre hakkındadır. Üçüncü zümre “münevver” gençlerden
oluşmaktadır. Tanzimat romanlarındaki züppe tiplemesini hatırlatan
bu grubun en belirgin özelliği “utanmaz” ve “duygusuz” oluşudur:
Üçüncü zümreyi kimlerdir eyleyen teşkîl?
Evet, şebâb-ı münevver denen şu nesl-i sefîh.
-Fakat nezîhini borcumdur eylemek tenzîh
Bu zübbeler acaba hangi cinsin efrâdı?
Kadın desen, geliyor arkasından erkek adı;
Hayır, kadın değil, erkek desen, nedir o kılık?
Demet demetken o saçlar, ne muhtasar o bıyık?
Sadâsı baykuşa benzer, hırâmı saksağana;
Hülâsa, zübbe demiştim ya, artık anlasana!
Fakat bu kukla herif bir büyük seciyye taşır,
Ki, haddim olmayarak, “âferin!” desem yaraşır.
Nedir mi? Anlatayım: Öyle bir metâneti var,
Ki en savulmayacak ye’si tek birayla savar.
Sinirlerinde te’essür denen fenâlık yok,
Tabîatında utanmakla âşinâlık yok.
Bilirsiniz, hani, insanda bir damar varmış,
Ki yüzsüz olmak için mutlaka o çatlarmış; (s. 250)
205
İslam Şairi Mehmed Akif Ersoy
Meşrutiyet’in ilanını müteakip ortaya çıkan toplumsal kaosun
ayrıntılı biçimde ele alındığı “Süleymaniye Kürsüsü”nde isimli
eserde bu züppe sınıfın vicdan hürriyeti adı altında dine saldırması
eleştirilir. “nesl-i hâzır”ın “münevver”leri için Âkif şunları söyler:
İt yetiştirmek için toprağı gâyet münbit
Bularak, fuhş ekiyor salma gezen bir sürü it!
Yürüyor dîne beş on maskara, alkışlanıyor,
Nesl-i hâzır bunu hürriyyet-i vicdan sanıyor!
Kadın, erkek koşuyor borç ederek Avrupa’ya...
Sapa düşmekte sizin şıklara, zannım, Asya! (s. 160-161)
Safahat’ta, Batılılaşmaya çalışan yarı münevver zümreler bu
örnekteki gibi sert biçimde eleştirilip zaman zaman karikatürize
edilse de mesele çoğu zaman alaturka alafranga çatışması temelinde
ele alınmaz. Çünkü yeni durumu temsil eden “hoppa” münevverler;
Âkif’in zihin ve düşünce dünyası ile uyuşmadığı gibi “gelenek”
adına bidat ve hurafeleri kutsayan, dini işine geldiği gibi algılayan
geniş halk kitleleri de Âkif’in değerler manzumesiyle derin ayrılıklar
taşımaktadır. Bu anlamda Âkif, ahlakî zaafa uğramış “demet demet
saçlı”, “baykuş sesli”, “saksağan yürüyüşlü”; haya, edep, vatan, aile,
oruç, namaz, mukaddesat gibi kavramlara yabancı genç aydın tipiyle
sorunlar yaşadığı kadar yanlış kader ve tevekkül anlayışına
bağlanmış geniş halk kitleleriyle de problem yaşamaktadır. Üstelik
Âkif’in bu geniş kitlelerin hatalarıyla daha fazla uğraştığını söylemek
yanlış olmayacaktır. Âkif’in geniş halk kitlelerinin yanlış inançlarına
eleştiriler yönelttiği meşhur mısralarını şu şekilde hatırlayabiliriz:
“Kadermiş!” Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru:
Belânı istedin, Allah da verdi... Doğrusu bu. (s. 229)
“Çalış!” dedikçe Şerîat, çalışmadın, durdun,
Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun!
Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya,
Zavallı dîni çevirdin onunla maskaraya! (s. 229)
206
İsmail Alper Kumsar
Hudâ’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hudâ;
Utanmadan da tevekkül diyor bu cür’ete… Ha? (s. 230)
Demek: Tevekküle pek sığmıyormuş, anladın a.
Sinek düşer gibi düşmek şunun bunun kabına.
Bakın ne hâle getirmiş ki cehlimiz dîni:
Hurâfeler bürümüş en temiz menâbi’ini. (s. 236)
-Allâh’a değil, taptığın evhâma dayandın;
Yandınsa eğer, hakk-ı sarîhindi ki yandın. (s. 424)
“Allâh’a dayandım!” diye sen çıkma yataktan...
Ma’nâ-yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nâdan! (s. 424)
“Süleymaniye Kürsüsü”nün bir başka yerinde Safahat şairi
vatanla eski nesil arasında bir ayniyet kurar. Vatan toprağının
derununda “enbiya” ve “şüheda” sıfatlarıyla maruf “nesl-i kerim”
bulunmaktadır. Buradaki “kerim” sıfatı, eski neslin vatan uğruna
yaptığı fedakârlığı ifade etmek için özellikle seçilmiştir. “Nesl-i
kerim” vatan toprağı ile öyle yoğrulmuştur ki Âkif onları, İstiklal
Marşını müjdeleyen şu mısralarla anmıştır: “Öyle meşbû’-i şehâdet
ki bu öksüz toprak: / Oh, bir sıksa adam otları, kan fışkıracak!”
Toprağın altında şehadet neşvesi ile yatan toprağın üstünde bıraktığı
yapılarla her an kendini hatırlatan “Nesl-i kerim” karşısında “nesl-i
hâzır”ın durumu nedir? Âkif’in deyişiyle onlar, yerin altında da
üstünde de muhakkar olacak “nesl-i sefil”dir. Çünkü toprağı vatan
yapan şühedanın hatırasına sahip çıkamamışlardır:
Enbiyâ yurdu bu toprak; şühedâ burcu bu yer;
Bir yıkık türbesinin üstüne Mevlâ titrer!
Dışı baştan başa bir nesl-i kerîmin yâdı;
İçi boydan boya milyonla şehîd ecsâdı.
Öyle meşbû’-i şehâdet ki bu öksüz toprak:
Oh, bir sıksa adam otları, kan fışkıracak!
Böyle bir yurdu elinden çıkaran nesl-i sefil,
Yerin üstünde muhakkar, yerin altında rezil! (s. 163)
207
İslam Şairi Mehmed Akif Ersoy
II. Bölüm: Çıkış Yolu: Yarının Nesli (Asım)
Safahat’ta yıkılıp giden “mazi” ve içler acısı “hâl”in yanında
bir de “istikbal” vardır ki şairin asıl ümit bağladığı nokta burasıdır.
“İstikbal”in temsilcisi olan nesil, Safahat şairinin birçok bakımdan
idealize ettiği Asım’ın neslidir. Bu neslin temsilcisi olan “Asım”
isimli şahsiyet, Safahat’ta “Asım” adında bir bölümün kahramanıdır.
Manzum hikâye formunda kurgulanan “Asım”da
kahraman vardır: 1. Hocazâde 2. Köse İmam 3. Asım 4. Emin
dört
Kitaba ismini veren “Asım” dışında bütün kahramanlar reel
hayattan seçilmiştir. Hocazade (hocanın oğlu), babası Tahir
Hoca’dan dolayı Âkif’in kendisini; Köse İmam, Âkif’in babasının
talebesi Ali Şevki Hocayı; Emin, Âkif’in oğlunu temsil etmektedir.
Ali Şevki Hoca, hiç evlenmemiş ve dolayısıyla da çocuksuz olmasına
rağmen hikâyede “Asım” Köse İmam’ın oğlu olarak tanıtılır.
Âkif’in hayatında Asım isimli iki şahsiyet vardır: Köse Asım
Efendi, Hafız Asım [Şakir] (ö. 1990).
Köse Asım Efendi Âkif’in babası Tahir Efendi’nin müderris
arkadaşlarındandır. Mehmed Âkif’in Köse Asım Efendi’yle
münasebetini Eşref Edip şöyle anlatıyor: “Babası Hoca Tahir Efendi,
icazet verirken Mehmed Âkif, camide babasının yanına oturmuş.
Babası: “Oğlum, demiş; başka bir yerde otur, hoca efendilerin
yanında oturulur mu?” Ders vekili Köse Âsım Efendi: “Bırak Tâhir
Efendi, demiş; çocuk uslu uslu oturuyor. Bu gibi ihtifaller ömründe
bir defa olur.” Mehmed Âkif, bu olayı çevresindekilere anlattıktan
sonra şu sözleri söylermiş: “Köse gibi camid (donuk, soğuk) bir
adamın böyle söylemesi tuhaf değil mi?” 2 Hafız Asım Şakir ise
Âkif’in talebesidir. Mektepte Âkif’in şiirlerini okuyup gıyabi olarak
Safahat şairine hürmet ve muhabbet beslemeye başlayan Asım,
İstiklal Harbi’nden sonra bir gün Üsküdar’da üstadın elini öpmek
Eşref Edip, Mehmed Âkif -Hayatı, Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları- (Haz. Fahri
Gün), Beyan Yay., İstanbul, 2010, s. 318.
2
208
İsmail Alper Kumsar
şerefine nail olup o günden sonra Âkif’in en sadık öğrencisi hâline
gelmiştir. Âkif, Mısır’da bulunduğu yıllarda Hafız Asım’a birçok
mektup yazmıştır. Âkif’in hastalanıp yurda dönmesinden sonra Asım
ona gönüllü bakıcılık yapmış bir an yanından ayrılmamış, hem son
anlarında hem de vefatının ardından yapılan ihtifallerde Kuran
okumuştur.3 Kimi kaynaklarda Safahat’taki Asım’ın Hafız Asım
olduğunu iddia edilse de Âkif’in Hafız Asım’la tanışıklığı şiirin
yazılmasından sonraya denk düşmektedir.
“Asım” şiirine ilham kaynağı olması muhtemel şahıslardan biri
cesur ve fedakâr şahsiyeti nedeniyle sahabeden Asım Bin Sabit’tir.
Medineli ilk Müslümanlardan olan Asım Bin Sabit, Uhud Savaşı’nda
Müsafi bin Talha ile kardeşi Haris bin Talha’yı öldürür. İki kardeşin
anneleri Sülâfe, Asım’ın başını getirene yüz deve vereceğini vaad
etmiştir. Adal ve Kare kabilelerine İslam’ı anlatmak üzere giderken
yolda
pusuya
düşürülen
Asım,
çetin
bir
mücadele
sonunda, “Allahım! Ben ilk günler senin dinini korudum, sen de
bugün benim cesedimi koru!” diyerek şehit olur. Âsım’ın başını
Sülâfe’ye götürüp ödülü almayı uman Lihyânlılar, aniden üzerlerine
saldıran arılar nedeniyle onun naaşına yaklaşamazlar. Arıların
dağılması için geceyi beklemeye karar verirler. Ancak birdenbire
yağmaya başlayan yağmurun meydana getirdiği sellerin Âsım’ın
naaşını sürüklemesiyle emellerine kavuşamazlar. Âsım’ın cesedi
daha sonra da bulunamaz. Bu hadiseden dolayı Âsım “Hamiyyü’ddebr” (arıların koruduğu kişi) lakabıyla meşhur olur.4
Asım’ın reel hayatta bir karşılığı varsa onu bulmak bir noktaya
kadar önem taşısa da asıl mühim olan Âkif’in bu kahramana biçmiş
olduğu rolü kavramaktır. Asım’la şiirde ilk karşılaşma Köse İmam’ın
Hocazade’ye (Âkif’e) sorduğu şu soru ile olur:
Şimdi oğlum, kızacaksın ya, fakat, boş ne desen;
Bu rezâlet beni me’yûs ediyor âtîden.
3
4
Eşref Edip, age., s. 262; 349-351; 645.
Mücteba Uğur, “Âsım Bin Sâbit”, TDVİA, İstanbul, 1991, C. 3, s. 479-480.
209
İslam Şairi Mehmed Akif Ersoy
Hâle baktıkça adam kahroluyor elde değil;
Bizi kim kurtaracak, var mı ki bir başka nesil? (s. 384)
Hocazade’nin bu soruya verdiği cevap gayet nettir: “Âsım’ın
nesli, Hocam,” Köse İmam, bu “kehanet”e inanmaz “Güzel amma,
ne fazîletleri var evlâdım?” diyerek Asım’ın nesline karşı bir tereddüt
ifade eder. Hocazade, bu gençlerin kurtarıcı olacaklarından emindir.
Köse İmam’ın göremediği bir gerçek vardır ki o da bu neslin I.
Dünya Savaşı’nın zor zamanlarında cepheden cepheye koşmasıdır.
Çanakkale cephesinde elde edilen başarı, Hocazade’nin bu nesle
güvenini tazelemesini sağlar. “Şu boğaz harbi nedir?” diye başlayan
meşhur şiirde geçen dizeler bu güvenin bir yansımasıdır:
Âsım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek. (s. 386)
Hocazade, karşısında heyecan duyduğu bu kahraman nesli
“Bedrin arslanları” gibi görür, onları gömebilecek genişlikte bir
mezarın kazılamayacağına inanır, Kabe’yi bu neslin kabrine mezar
taşı yapmayı, gökkubbeyi bir örtü gibi kabirlerinin üzerine örtmeyi
hayal etse de bu hayallerin kahramanların hatırası yanında bir şey
ifade etmeyeceğini düşünür. Nihayet şiirin sonunda bu kahramanları
peygamberin aguşuna emanet eder:
Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber. (s. 387)
Safahat anlatıcısının bu vurgularından anlaşıldığı kadarıyla
Asım’ın neslinin en belirgin vasfı “hamiyet” duygusudur. Hocazade,
sırf bu duygusu nedeniyle Asım’ın nesline övgüler düzer. “Hamiyet”,
sözlükte “Milletinin, yurdunun, yakınlarının şerefini koruma gayreti,
millî şeref ve haysiyet” olarak tanımlanır. Bu duygu; Ramazan günü
sigara içip oruçla alay eden dört beş adamı döven, millet karanlıkta
otururken haftada bir sandık gaz yakan kumarhaneleri basan Asım’da
yoğun biçimde hissedilmektedir. Asım’ın bu hâllerinden bezginlik
duyan Köse İmam, Hocazade’ye şikâyette bulunur. Hocazade, Köse
İmam’ın Asım’ı yanlış değerlendirdiğini düşünür. Hocazade’ye göre
210
İsmail Alper Kumsar
Asım, sadece kaba kuvvetten ibaret bir genç değildir. Asım’da
yüksek olan sadece göğüs eb’adı değildir onun yüreği de derindir.
İçinde bir iman denizi vardır:
— Hocam, evlâdına benzer bulamazsın arasan,
Görmedim ben bu kadar dörtbaşı ma’mûr insan.
Ne büyük hilkat o Âsım, ne muazzam heykel!
Onu, bir şi’r-i hamâset gibi, ilhâm-ı ezel,
Sana sunduysa, açıp rûhunu teşrîhe çalış...
Gâlibâ oğlanı yanlış görüyorsun, yanlış!
Yalınız göğsünün eb’âdı mı sandın yüksek?
İn de a’mâkına bir bak, ne derinmiş o yürek!
Dalgalandıkça içinden taşan îman denizi,
Dökülen hisleri gör: incilerin en temizi.
Gövde yalçın kayadan âbide, lâkayd-i ecel;
Sanki hiç duygusu yok... Bir de fakat rûhuna gel;
O ne ifrât ile rikkat! Hani, etsen ta’mîk,
Bir kadın rûhu değildir o kadar belki rakîk.
Sonra, irfânı için söyleyecek söz bulamam;
Oğlanın bildiği, öğrendiği her şey sağlam.
Boynu dehşetli, evet, beyni de lâkin zinde;
Kafa enseyle beraber gidiyor seyrinde.
Hocazade, Asım hakkında bunları düşünmekle birlikte Köse
İmam’ın ricasını kırmayarak Asım’a nasihatte bulunur. Hocazade’nin
Asım’a nasihatinde dikkat çeken nokta; gıyabında Asım’ın
hamiyetine, demevi mizacına övgüler düzerken yüz yüze gelince onu
itidale davet etmesidir. Hocazade, Asım’a “nesli tehzîb ve i’lâ” için
medreseler açmayı, ilim irfan tahsil etmeyi teklif eder. Ancak bu
teklif Asım’ın tez canlı tabiatına uygun düşmez. Sonuç alınması en
azından yirmi yıl sürecek bu teklife mukabil Asım, içindeki hamiyet
duygusu ve bileğinin gücü ile daha hızlı çözümler üretmek
arzusundadır. Hocazade, Asım’a şu sözlerle cevap verir:
211
İslam Şairi Mehmed Akif Ersoy
İnkılâb istiyorum ben de, fakat, Abdu gibi...
Yoksa, ellerde kör âlet efeler tertîbi,
Bâbıâlî’leri basmak, adam asmakla değil.
Çek bu işten bütün ihvânını, kendin de çekil.
Gezmeyin ortada, oğlum, sokulun bir sapaya,
Varsa imkânı yarın avdet edin Avrupa’ya.
Hocazade’ye göre bir milletin yaşaması için iki şeye ihtiyaç
vardır: Marifet (bilgi, ilim, irfan) ve fazilet (erdem). Biz, fazilet
bakımından parlak bir millet olsak da faziletimiz son üç asrın
yürüyen ilmiyle birleşmemiştir. Hocazade; hamiyet ve fazilet
bakımından yüksek nitelikler taşıyan Asım ve arkadaşlarının bu
niteliklerini marifet ile desteklemelerini istemektedir. Bu nedenle
onlara yüzlerini Garb’ın ilmine döndürerek gece gündüz didinip, üç
yüz sene önce kaybettiğimiz ilmi tez elden getirmelerini tavsiye eder.
Hikâyenin sonunda Asım ikna olur ve Berlin’e gitmeye söz verir.
Böylece bir milletin yaşaması için gerekli olan marifeti de elde edip
dönecektir.
Sonuç
Mehmed Âkif’in Safahat isimli eserinde geçmişi, şimdiyi ve
geleceği temsil eden üç nesil vardır. Geçmişi temsil eden nesil
Türk’ün uzak mazisini temsil eden, birçok üstün niteliklerle
donanmış tarihimizin seçkin insanlarından oluşur. Bugünü temsil
eden nesl-i hâzır; geçmişin mirasını tüketmiş; tembel, umursamaz,
bidat ve hurafelere teslim olmuş geniş halk kitleleri, züppeleşmiş yarı
aydın tipler ve gelecekten umudunu kesmiş küskünlerden
müteşekkildir. Yarını temsil eden Asım’ın nesli ise hamiyet, marifet
ve fazilet duyguları ile yoğrulmuş ideal gençliktir. Bu nesil uzak
mazideki “şarkın en sevgili sultanı” Salâhaddîn gibi İslâm’ı kuşatan
demir çemberi Çanakkale’de parçalayarak eslafın hamiyet ve fazilet
duygularına sahip olduğunu ispatlamıştır. Bu nesil, bahsi geçen
hamiyet ve fazilet duygularını Garbın ilim ve tekniği ile
birleştirdiğinde istikbalimizin kurucusu olacaktır.
212
İsmail Alper Kumsar
Kaynakça
Eşref Edip, Mehmed Âkif -Hayatı, Eserleri ve Yetmiş
Muharririn Yazıları- (Haz. Fahri Gün), Beyan Yay., İstanbul, 2010.
Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, (haz. Ertuğrul Düzdağ), Türkiye
Diyanet Vakfi Yay., Ankara, 2008.
Mücteba Uğur, “Âsım Bin Sâbit”, TDVİA, İstanbul, 1991, C. 3,
s. 479-480.
213