Utku Özmakas
Doktorasını 2016'da Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde tamamlayan, 2021'de doçent olan Utku Özmakas'ın çalışma alanları arasında siyaset felsefesi, biyopolitika, Michel Foucault, Jacques Derrida, dil felsefesi ve şiir kuramı yer almaktadır.
"Şiirimizde Milenyum Kuşağı" (Pan, 2008), "Şiir İçin Paralaks" (160. Kilometre, 2013), "Biyopolitika: İktidar ve Direniş" (İletişim, 2018), "Prens: Machiavelli'nin Muazzam Muamması" (İletişim, 2019) ve "Kartezyen Prens" (ZoomKitap, 2022) adında beş kitabı vardır.
Yazarları arasında Simon Critchley, Thomas Lemke, Terry Eagleton, Jacques Ranciere, İkbal Ahmet, Stuart Hall, Nancy Fraser gibi düşünürlerin de bulunduğu otuza yakın kitabı çevirmiştir. Ayrıca Sel Yayıncılık'ın "Giriş Kitaplığı" dizisinin editörüdür.
"Şiirimizde Milenyum Kuşağı" (Pan, 2008), "Şiir İçin Paralaks" (160. Kilometre, 2013), "Biyopolitika: İktidar ve Direniş" (İletişim, 2018), "Prens: Machiavelli'nin Muazzam Muamması" (İletişim, 2019) ve "Kartezyen Prens" (ZoomKitap, 2022) adında beş kitabı vardır.
Yazarları arasında Simon Critchley, Thomas Lemke, Terry Eagleton, Jacques Ranciere, İkbal Ahmet, Stuart Hall, Nancy Fraser gibi düşünürlerin de bulunduğu otuza yakın kitabı çevirmiştir. Ayrıca Sel Yayıncılık'ın "Giriş Kitaplığı" dizisinin editörüdür.
less
Uploads
Books by Utku Özmakas
Descartes’ın düşüncesini on yedinci yüzyılın genel krizi içerisinde ele alan ve filozofun yaşamının fikirleri üzerindeki etkilerini soruşturarak ilerleyen bu metin, aynı zamanda felsefe tarihinin nasıl felsefi bir polisiye gibi yazılabileceğini de örnekliyor. “Devrimci Descartes” tablosunun arkasındaki sırrı aralamaya çalışan bu kitap, okurunu sistematik görünen bir düşünsel çerçevenin içinde türeyen kavramsal ve metaforik gerilimleri tespit etmeye, yorumcularının jet lag yaşamasına sebep olan saat farklarını görmeye, ezberlerimizin tozunu almaya davet ediyor.
Machiavelli ve büyük eseri Prens’in, “amaca giden her yol mubahtır” anlamındaki Makyavelcilik’le özdeşleşerek ünlenmiş olduğunu biliyoruz. Bu kitap, Machiavelli’nin düşünsel ufkunun asla bununla tüketilemeyeceğini, dahası onun aslında Makyavelci olmadığını bir defa daha gösteriyor. Hem Prens’i, hem başta Leo Strauss olmak üzere hakkındaki literatürü didik didik okuyarak, düşünürün kavramsal avadanlığını merakla elden geçiren bir metinle karşı karşıyayız: Virtù (beceri), fortuna (talih), ironi, politik bellek, şiddet, din, sözleşme, karşılaşma, ordu-bürokrasi, yanıltma politikası, somut gerçeklik, imge, maske, sağduyu, astroloji, kozmoloji… Ve başta beceri-talih ikiliği olmak üzere, kavramsal kutuplar arasındaki gerilimler, buluşmalar ve buluşamamalar…
Utku Özmakas, Machiavelli’nin kavramları müphem bırakan, metaforlarla ilerleyen düşünme tarzındaki hikmetin zevkine varır ve vardırırken, bu düşüncedeki zengin olanakları, olasılıkları arıyor. Tartışarak anlatan diliyle, bu arayışında okuru da yanına katıyor. Zaten, sadece Prens’i anlama kılavuzu değil “sizi çarpan, zorlayan, ilk etapta kuşatamadığınız bir metin karşısında hevesini kaybetmeme kılavuzu” olarak tanımlıyor kitabın amacını.
Biyopolitika, yakın dönem sosyal teorinin ve siyaset biliminin anahtar kavramlarından birisi. Hayatla ilgili düzenlemelere analitik ve politik bir bakış için pencere açıyor çünkü. Buradan bakınca görecek çok şey var ve bu sayede birçok “alışıldık” şeyi başka bir gözle görmek mümkün. Öncelikle, iktidarın bedenlerle, genetikle, nüfusla istatistikle, cinsellikle ilişkisini… Özne ve öznelliğin kuruluşunu… Yaşam gibi ölümcül, ölüm gibi yaşamsal bir meseleyi… Utku Özmakas, öncelikle, biyopolitikayı “moda kavram” kisvesinden sıyırmaya önem veriyor. Kavramın gelişme seyrini, farklı nesnelliklere açılan yüzlerini, değişik stratejik kullanımlarını ve bunlar arasındaki bağlantıları, gerilimleri inceliyor. Bunu, kavramın “başlatıcıları” sayılabilecek Michel Foucault, Giorgio Agamben ve Michael Hardt – Antonio Negri’nin düşünsel serüvenlerinde derinleşerek yapıyor. Kitabın alt başlığı, iktidar ve direniş, biyopolitikayı tek yönlü ve adeta otomatik işleyen bir iktidar tekniği olarak değil, aynı zamanda direniş imkânlarının kaynağı olarak görmenin işaretidir. Konusuna vukufla eğilirken, bir dertle ve merakla düşünmenin zevkini, tutkusunu yansıtan bir kitap.
Articles by Utku Özmakas
Bu bağlamda toplumsal eşitsizliğin son dönemlerde en göze çarpan örneklerinden birini ‘dışlayıcı mimari’ veyahut ‘hasmane mimari’ olarak nitelenen kamusal düzenleme pratikleri oluşturmaktadır. Dünyanın dört bir yanında sayısı giderek artan bu pratikler, temel olarak kentsel uzamı potansiyel bir ‘suç mahalli’ olarak gören, böylelikle kamusal alanı ‘önleyici müdahaleler’le düzenlemeye çalışan bir güvenlik yaklaşımını dışa vurmaktadır. Ne var ki, bu süreçte kimin ‘suçlu’ veyahut neyin ‘suç’ olduğu muğlaklaşmaktadır. Dolayısıyla bu pratiklerin asıl amacının ne olduğu üzerinde düşünmeye değer bir soru konusudur. Bu çalışmada öncelikle söz konusu ayrımcı ve dışlayıcı pratiklerin örnekleri ele alınacak; böylelikle uygulamanın genel yapısı gözler önüne serilecektir. Ardından bu pratiklerin dayandığı güvenlik paradigması çözümlenerek aslında kentsel alanın düzenlenmesinde ölçütün güvenlik değil, sermaye birikimi olduğu gösterilmeye çalışılacaktır. Sonuçta da dışlayıcı mimari uygulamalarının aslında öncelikle mukimleri aktif tüketicilere dönüştürmeye çalışan neoliberal ideolojinin bir ürünü olduğu iddia edilecektir. Bu sürecin ikinci sonucuysa tüketici olamayan mukimlerin ‘kentsel hayaletler’e dönüşmesidir.
Öz: Burjuva tarih yazımı, faşizmi ortaya çıkaran momentumu " sapma " , " doğal düzenin bozulması " ya da " kötücüllük " olarak resmetmektedir. Tarihsel örneklerle birlikte faşizmlere dair " nesnel " bir analiz oluşturulmaya çalışıldığında ise, sınıfsal ilişkilerinin belirlenimindeki " kriz " vurgusu öne çıkar. İdeolojik, siyasal ve ekonomik merhalelere sahip kriz koşulları, sınıfsal çelişkilerin uzun vadede dışavurumunun neticeleridir. Antonio Gramsci ve onu izleyen Nicos Poulantzas'ın faşizm analizinde, faşizmi diğer tip diktatöryel ve baskıcı yönetimlerden ayıran kritik nokta, faşist ideolojinin sınıf yapı-lanmasındaki etkisi ve devlet aygıtlarının kazandığı biçimdir. Krizin derinliğine ve genişliğine bağlı olarak, devletin zor aygıtları ile ideolojik aygıtları arasındaki bütünleşme eğilimi artar. Buna bağlı olarak, faşist ideoloji farklı toplumsal ve ideolojik bileşenlerle tahkim edilir. Bu makalede Marksist bir bakış açısıyla, klasik faşizm dönemlerindeki ideolojinin öğeleri, ilgili toplumsal formasyondaki görünümleri ve kitlenin motivasyonunun sağlanma şekli ele alınacaktır. Sonuç olarak, faşist ideolo-jinin soyut fenomenlerin toplamından veya Marx'ın dediği üzere " bir bireyin zora başvurmasından " ibaret olmadığı, maddi ilişki ve çelişkilerce de şekillendirildiği iddia edilecektir.
Abstract: The bourgeois historiography depicts the moment which created fascism as " deflection " , " breakdown of the natural order " or " malignance ". Together with the historical examples, an " objective " analysis on fascism emphasizes the " crises " which determined by the class relations. The conditions of crisis have ideological, political and economical dimensions which result from contradictions between classes in the long run. In the analyses of Antonio Gramsci and Nicos Poulantzas, the critical point which differentiates fascism from other types of dictatorial and oppresive governments is the effect of fascist ideology on class organization and the form acquired by the state apparatuses. The tendency of integration between coercive and ideological apparatuses increases depending on level and depth of the crisis. In accordance with that, fascist ideology is strengthened by different social and ideological elements. In this article, the elements of ideology during classical fascist periods, the manifestation of social formation at stake, and the ways of motivation of masses will be discussed from a Marxist point of view. Consequently, it is argued that fascist ideology is not only a combination of abstract phenomena or " only the violent act of a single individual " as Marx has stated, but also shaped by material relations and contradictions.
In this article, Turgut Uyar’s –who is one of the pioneering poets of “İkinci Yeni”– poem entitled “Bir Barbar Kendin Tartar Bir Barbar Aşağlarda,” will be examined in the light of philosophical concepts. Even though Uyar’s poetry is usually evaluated as “hopeless” or “un- happy”, indeed it has a wider emotional catalogue. Uyar’s poetry cap- tures his own era from different angles. In order to perceive his poetry, one has to recourse philosophical concepts. In this context, two main themes in this poem are examined. The first of these is engaging with notion of “catharsis” as one of the basic characteristics of art through the eyes of philosophy. The second one is the “ideology of heroism” which is frequently criticized by philosophers. Uyar, on the one hand, poetizes a person who lives in conflict with the values of his own era, trying to purify himself. That purification is an indispensable element of self-consciousness process as the first imperative of philosophy. As known, conflicts between social and ethic values lead to the birth of tragic heroes. The second theme that Uyar discusses in this poem re- lates to this topic directly. The poet undermines the figure of “hero” in general by criticizing the tendecy of creating a hero from that conflict. Consequently, this article tries to show how Uyar dealt with the two primordial issues of history of humanity by a philosophical approach.
Descartes’ın düşüncesini on yedinci yüzyılın genel krizi içerisinde ele alan ve filozofun yaşamının fikirleri üzerindeki etkilerini soruşturarak ilerleyen bu metin, aynı zamanda felsefe tarihinin nasıl felsefi bir polisiye gibi yazılabileceğini de örnekliyor. “Devrimci Descartes” tablosunun arkasındaki sırrı aralamaya çalışan bu kitap, okurunu sistematik görünen bir düşünsel çerçevenin içinde türeyen kavramsal ve metaforik gerilimleri tespit etmeye, yorumcularının jet lag yaşamasına sebep olan saat farklarını görmeye, ezberlerimizin tozunu almaya davet ediyor.
Machiavelli ve büyük eseri Prens’in, “amaca giden her yol mubahtır” anlamındaki Makyavelcilik’le özdeşleşerek ünlenmiş olduğunu biliyoruz. Bu kitap, Machiavelli’nin düşünsel ufkunun asla bununla tüketilemeyeceğini, dahası onun aslında Makyavelci olmadığını bir defa daha gösteriyor. Hem Prens’i, hem başta Leo Strauss olmak üzere hakkındaki literatürü didik didik okuyarak, düşünürün kavramsal avadanlığını merakla elden geçiren bir metinle karşı karşıyayız: Virtù (beceri), fortuna (talih), ironi, politik bellek, şiddet, din, sözleşme, karşılaşma, ordu-bürokrasi, yanıltma politikası, somut gerçeklik, imge, maske, sağduyu, astroloji, kozmoloji… Ve başta beceri-talih ikiliği olmak üzere, kavramsal kutuplar arasındaki gerilimler, buluşmalar ve buluşamamalar…
Utku Özmakas, Machiavelli’nin kavramları müphem bırakan, metaforlarla ilerleyen düşünme tarzındaki hikmetin zevkine varır ve vardırırken, bu düşüncedeki zengin olanakları, olasılıkları arıyor. Tartışarak anlatan diliyle, bu arayışında okuru da yanına katıyor. Zaten, sadece Prens’i anlama kılavuzu değil “sizi çarpan, zorlayan, ilk etapta kuşatamadığınız bir metin karşısında hevesini kaybetmeme kılavuzu” olarak tanımlıyor kitabın amacını.
Biyopolitika, yakın dönem sosyal teorinin ve siyaset biliminin anahtar kavramlarından birisi. Hayatla ilgili düzenlemelere analitik ve politik bir bakış için pencere açıyor çünkü. Buradan bakınca görecek çok şey var ve bu sayede birçok “alışıldık” şeyi başka bir gözle görmek mümkün. Öncelikle, iktidarın bedenlerle, genetikle, nüfusla istatistikle, cinsellikle ilişkisini… Özne ve öznelliğin kuruluşunu… Yaşam gibi ölümcül, ölüm gibi yaşamsal bir meseleyi… Utku Özmakas, öncelikle, biyopolitikayı “moda kavram” kisvesinden sıyırmaya önem veriyor. Kavramın gelişme seyrini, farklı nesnelliklere açılan yüzlerini, değişik stratejik kullanımlarını ve bunlar arasındaki bağlantıları, gerilimleri inceliyor. Bunu, kavramın “başlatıcıları” sayılabilecek Michel Foucault, Giorgio Agamben ve Michael Hardt – Antonio Negri’nin düşünsel serüvenlerinde derinleşerek yapıyor. Kitabın alt başlığı, iktidar ve direniş, biyopolitikayı tek yönlü ve adeta otomatik işleyen bir iktidar tekniği olarak değil, aynı zamanda direniş imkânlarının kaynağı olarak görmenin işaretidir. Konusuna vukufla eğilirken, bir dertle ve merakla düşünmenin zevkini, tutkusunu yansıtan bir kitap.
Bu bağlamda toplumsal eşitsizliğin son dönemlerde en göze çarpan örneklerinden birini ‘dışlayıcı mimari’ veyahut ‘hasmane mimari’ olarak nitelenen kamusal düzenleme pratikleri oluşturmaktadır. Dünyanın dört bir yanında sayısı giderek artan bu pratikler, temel olarak kentsel uzamı potansiyel bir ‘suç mahalli’ olarak gören, böylelikle kamusal alanı ‘önleyici müdahaleler’le düzenlemeye çalışan bir güvenlik yaklaşımını dışa vurmaktadır. Ne var ki, bu süreçte kimin ‘suçlu’ veyahut neyin ‘suç’ olduğu muğlaklaşmaktadır. Dolayısıyla bu pratiklerin asıl amacının ne olduğu üzerinde düşünmeye değer bir soru konusudur. Bu çalışmada öncelikle söz konusu ayrımcı ve dışlayıcı pratiklerin örnekleri ele alınacak; böylelikle uygulamanın genel yapısı gözler önüne serilecektir. Ardından bu pratiklerin dayandığı güvenlik paradigması çözümlenerek aslında kentsel alanın düzenlenmesinde ölçütün güvenlik değil, sermaye birikimi olduğu gösterilmeye çalışılacaktır. Sonuçta da dışlayıcı mimari uygulamalarının aslında öncelikle mukimleri aktif tüketicilere dönüştürmeye çalışan neoliberal ideolojinin bir ürünü olduğu iddia edilecektir. Bu sürecin ikinci sonucuysa tüketici olamayan mukimlerin ‘kentsel hayaletler’e dönüşmesidir.
Öz: Burjuva tarih yazımı, faşizmi ortaya çıkaran momentumu " sapma " , " doğal düzenin bozulması " ya da " kötücüllük " olarak resmetmektedir. Tarihsel örneklerle birlikte faşizmlere dair " nesnel " bir analiz oluşturulmaya çalışıldığında ise, sınıfsal ilişkilerinin belirlenimindeki " kriz " vurgusu öne çıkar. İdeolojik, siyasal ve ekonomik merhalelere sahip kriz koşulları, sınıfsal çelişkilerin uzun vadede dışavurumunun neticeleridir. Antonio Gramsci ve onu izleyen Nicos Poulantzas'ın faşizm analizinde, faşizmi diğer tip diktatöryel ve baskıcı yönetimlerden ayıran kritik nokta, faşist ideolojinin sınıf yapı-lanmasındaki etkisi ve devlet aygıtlarının kazandığı biçimdir. Krizin derinliğine ve genişliğine bağlı olarak, devletin zor aygıtları ile ideolojik aygıtları arasındaki bütünleşme eğilimi artar. Buna bağlı olarak, faşist ideoloji farklı toplumsal ve ideolojik bileşenlerle tahkim edilir. Bu makalede Marksist bir bakış açısıyla, klasik faşizm dönemlerindeki ideolojinin öğeleri, ilgili toplumsal formasyondaki görünümleri ve kitlenin motivasyonunun sağlanma şekli ele alınacaktır. Sonuç olarak, faşist ideolo-jinin soyut fenomenlerin toplamından veya Marx'ın dediği üzere " bir bireyin zora başvurmasından " ibaret olmadığı, maddi ilişki ve çelişkilerce de şekillendirildiği iddia edilecektir.
Abstract: The bourgeois historiography depicts the moment which created fascism as " deflection " , " breakdown of the natural order " or " malignance ". Together with the historical examples, an " objective " analysis on fascism emphasizes the " crises " which determined by the class relations. The conditions of crisis have ideological, political and economical dimensions which result from contradictions between classes in the long run. In the analyses of Antonio Gramsci and Nicos Poulantzas, the critical point which differentiates fascism from other types of dictatorial and oppresive governments is the effect of fascist ideology on class organization and the form acquired by the state apparatuses. The tendency of integration between coercive and ideological apparatuses increases depending on level and depth of the crisis. In accordance with that, fascist ideology is strengthened by different social and ideological elements. In this article, the elements of ideology during classical fascist periods, the manifestation of social formation at stake, and the ways of motivation of masses will be discussed from a Marxist point of view. Consequently, it is argued that fascist ideology is not only a combination of abstract phenomena or " only the violent act of a single individual " as Marx has stated, but also shaped by material relations and contradictions.
In this article, Turgut Uyar’s –who is one of the pioneering poets of “İkinci Yeni”– poem entitled “Bir Barbar Kendin Tartar Bir Barbar Aşağlarda,” will be examined in the light of philosophical concepts. Even though Uyar’s poetry is usually evaluated as “hopeless” or “un- happy”, indeed it has a wider emotional catalogue. Uyar’s poetry cap- tures his own era from different angles. In order to perceive his poetry, one has to recourse philosophical concepts. In this context, two main themes in this poem are examined. The first of these is engaging with notion of “catharsis” as one of the basic characteristics of art through the eyes of philosophy. The second one is the “ideology of heroism” which is frequently criticized by philosophers. Uyar, on the one hand, poetizes a person who lives in conflict with the values of his own era, trying to purify himself. That purification is an indispensable element of self-consciousness process as the first imperative of philosophy. As known, conflicts between social and ethic values lead to the birth of tragic heroes. The second theme that Uyar discusses in this poem re- lates to this topic directly. The poet undermines the figure of “hero” in general by criticizing the tendecy of creating a hero from that conflict. Consequently, this article tries to show how Uyar dealt with the two primordial issues of history of humanity by a philosophical approach.
Bugünün Normali bu yeni normatif düzenin politika, sağlık ve cinsellik gibi alanlarda nasıl tezahür ettiğini derinlemesine inceliyor. Kendini var etmeye dair normların bu yeni, katı mükemmeliyetçiliği yaygın bir öfke, kaygı ve tatminsizliğin habercisi olarak karşımıza çıkıyor. Kitap okuruna günümüzün normalini sorgulamaya ve anlamaya yarayan entelektüel araçları sunarken modern çağda ortaya çıkan “normal” kavramının nasıl şekillendiğini ve bu kavramın tarihsel dönüşümünü inceliyor.
Ünlü Marksist tarihçi Neil Faulkner bu kısa ve özlü kitabında, Marksist-Freudyen teoriden yararlanarak faşizmin kitle psikolojisinin güncel bir analizini sunuyor. Faulkner, Marksizmi psikanalizle yoğururken ikisinin de sınırlarını genişleten; ancak bunu teorik bir cambazlık arzusuyla değil, günümüzün yaygın narsisistik-otoriter kişiliğini geçer akçe kılan özgürlük korkusu ve psikotik öfkenin sebeplerini kavrama maksadıyla yapıyor. Faşizm ile otoriterliğin insanların zihinleri ve ruhlarına zoraki istikamet iddiasıyla çıkardığı bu celbin, esasen demokrasinin başını ezmeye çalışan neoliberal sömürü ve baskı sistemine hizmet ettiğini gözler önüne seriyor.
Bugün neoliberalizmin şafağındakine benzer bir küresel krizin ortasındayız. Karantina günlerinde de sürdürdüğü podcast ve çevrimiçi video dizisindeki derslerinden oluşan Anti-Kapitalist Günlükler'de David Harvey, dünyanın dört bir yanında neoliberallerin neo-faşistlerle kurduğu ittifaktan örnekler vererek günümüz sınıf mücadelesinin güncel meselelerine parmak basıyor ve yabancılaşma, özgürlük ve sermaye birikimi gibi temel başlıklar üzerinden Marx'ın Kapital'ini yeniden okuyarak ufuk açıcı bir kılavuz sunuyor...
Özgürlük ve Bilgi, yalnızca düşünürün erken dönemine dair önemli bir teorik ekseni ortaya koymakla kalmıyor; söyleşiyi gerçekleştiren Fons Elders'in notlarıyla birlikte Foucault'nun televizyona çıkmaya dair çekincelerini, kendisine dair konuşmayı reddetmesinin nedenlerini ve hatta yayıncıların Deliliğin Tarihi'nin kapaklarına neden yanlış görselleri seçtiğini düşündüğünü de gösteren ve onu daha yakından tanımamızı sağlayan veriler içeriyor.
Avukatlık bürosunda kâtiplik yapan Bartleby'nin naif bir reddedişle başlattığı direniş sarmalı, dünyaya dair esaslı bir bakış açısına dönüşür. Son derece basit görünen bu "tercih"in alışılmış davranışlar bütününü uğrattığı çaresizlik karşısında duyulan haz, büyük değişimlere yol açan yangınların küçük kıvılcımlarla alevlendiği gerçeğini de bir kez daha hatırlatır.
Modern dünyaya karşı pasif direnişin simgesi olan Bartleby karakteriyle Melville, özgür iradenin ölümsüz anıtını sözcüklerle dikiyor.
Darling çiftinin sakin hayatı, üç çocuklarının peri tozu sayesinde uçup evden kaçmasıyla hareketlenir. Peter ve kötücül peri Tinker Bell’le Varolmayan Ülke’ye giden çocukların başına bin bir bela açılır. Nasıl bir yerdir bu ülke? Korsanlarla, Kızılderililerle, kayıp çocuklarla dolu, kavga gürültünün eksik olmadığı, tehlikenin kol gezdiği tuhaf bir ada; labirent gibi ormanlar, sürekli suya batıp çıkan kayalar, kol saati yutmuş bir timsah…
Acaba Peter ve Wendy, arkadaşlarını da yanlarına alıp önlerine çıkan engelleri aşarak eve geri dönebilecekler midir?
İlhamını kısa süre önce dünyanın çeşitli ülkelerinde patlak veren feminist grev dalgalarından alan Arruzza, Bhattacharya ve Fraser bir konuda çok net: Toplumsal cinsiyet şiddeti farklı biçimler alsa da kapitalist toplumsal ilişkilerin sonucudur ve dolayısıyla bugün feminizm her zamankinden daha fazla antikapitalist bir karaktere bürünmelidir.
Tüketiciliği pompalayarak kendine yeni bir pazar yaratan ticari feminizmle de, kariyer basamaklarını o kırılan cam tavanların döküntülerini süpürmeye mahkûm kızkardeşlerimizin omuzlarına basarak tırmanmamızı öğütleyen liberal feminizmle de arasına mesafe koyan; cinselliği ve cinsel kimlikleri düzenleyen değil, özgürleştiren; ırkçılık ve sömürgecilik karşıtı; enternasyonalist, eko-sosyalist bir feminizmin manifestosu bu.
Üstelik, bir mücadele aracı olan grevi bürokratlaşmış sendikaların elinden alarak yeniden icat eden ve antikapitalist bütün radikal hareketlerle ittifak kurmayı hedefleyen bir feminizmin. Arruzza, Bhattacharya ve Fraser’ın kürtajdan bakıma, sağlıktan barınmaya, şiddetten cinselliğe kadar pek çok sorunu ele aldığı ve eşzamanlı olarak on dört dilde yayımlanan bu manifesto, kapitalizmin kâr hırsının temelde kadınların sömürüsü üzerine inşa edildiğini gözler önüne sererken, coşkuyla bir çözüm de sunuyor: %99 İçin Feminizm.
Dünyanın üstünde bir hayalet dolaşıyor: Feminizmin hayaleti.
Engelleri aşa aşa yürüyen, tehditlere aldırmadan yaşadıkları toplumların geleneklerine başkaldıran, şüpheli bakışları sonunda yere eğen ve yollarından asla şaşmayan bu kadınlar, bizi küçük ya da büyük ama hep kararlı mücadelelerine ortak olmaya çağırıyor.
Radikal Kadınlar yalnızca tutkulu ve cesur kırk kadının hikâyesi değil; gelenekler, yasalar ve erkekler ne derse desin başkaldıran bütün kadınlara da bir methiye...
Pop kültüründen sinemaya, militan hareketlerden akademiye, James Bond ve Judith Butler’dan Oz Büyücüsü’ne önemli isimler ve karakterler aracılığıyla queer kuramı biçimlendiren insanları, düşünce ve olayları irdeliyorlar.
Queer: Resimli Bir Tarih, kimlik politikası ve toplumsal cinsiyet rollerinden imtiyaz ve dışlamaya, “normal” kavramını oluşturan statükonun boyunduruğundan kurtulma yollarından cinsiyet ve cinselliğe ilişkin yaklaşımların kültürle ilişkisine ve değişim ihtimallerine dair ufuk açıcı bir gezinti.
Verili olan ve dayatılanla yetinmeyip her zaman farklılaşma cüretini gösterebilenlere...
"Şiddet döngüsünü kırmak için ne yapmak gerekir?" sorusuna yanıt arayan bu grafik roman, Arendtʼten Fanonʼa, Foucaultʼdan Butlerʼa, Saidʼden Sontagʼa insanlık tarihinin en önemli düşünürlerinden bazılarının eleştirel yaklaşımlarına çizgilerle mercek tutuyor. "Başka bir dünya mümkün" diyenler için hem ufuk açıcı hem de soluk soluğa okunacak bir kılavuz...
Bu sorulara cevap ararken, paraya odaklanıyor elinizdeki politik çözümleme. Paranın egemenliğine, paranın kendini değişmez, ebedî bir gerçeklik ve “her şey” gibi kabul ettirmesine isyan ediyor. Paranın, toplumsal ilişkileri zehirleyen bir saldırganlık biçimi olduğunu gösteriyor. Hayatın parasallaştırılmasının insaniyetimizi nasıl “bozduğunu” bir defa daha hatırlatıyor.
John Holloway’in Leeds Üniversitesi’nde verdiği bir dizi derse dayanan metin, öğrencilere hitap etmenin etkililiğiyle ve heyecanıyla akıyor. Dünyayı değiştirme azminin enerji kaynaklarına inen, küçük ve tutkulu
bir söylev...
Zapatista hareketinin özgün yorumcusu olarak da bilinen John Holloway’in fikirlerini öğrencilere ve eylemcilere anlattığı, onların sorularını yanıtladığı, heyecanlı bir teorik-politik gezinti.
“Holloway’in Marksizmi, devlet türetmeciliğinin, otonom geleneğin, eleştirel kuramın ve Zapatista hareketinden gelen içgörülerin yaratıcı ve özgün bir bileşimidir.”
Andrej Grubacic
İlişki ve pratiklerimizdeki baskıcı oluşumların mikropolitik analizi dışında, yeni bireysel ve kolektif mücadele biçimlerinin deneyimleri üzerine yoğunlaşan Direnişin Mikropolitikası, farklı ilgi ve dikkatlerden hareketle geliştirilen, güncel dünyanın koşullarına eleştirel bir müdahaleyi içeren düşüncelerin bütünleştirilmesi yoluyla ortaya çıkmıştır.
Çeşitli alanlardan yazarların bir araya gelmesiyle ortak bir çabanın ürünü olan bu çalışmanın hayatın daha eşitlikçi yeniden üretimine verimli katkılar sağlaması umuduyla…
(Ed. Mustafa Demirtaş)
Ama korkuyu yalnızca irdelemekle yetinmeyen bir çalışma var karşımızda. Siyasetteki Gölge: Korku, bu duygunun egemenliğinden nasıl çıkabileceğimize kafa yoran satırlarla da dolu. Erdoğan ve Uyan Semerci’nin şu sözlerinde olduğu gibi:
Korku nesnesinden uzaklaşma bir ortak duygu olarak “ev”e yönelmeyi getirir. “Ev”in çevresine yüksek, daha da yüksek duvarlar inşa ederek bu duvarların arkasında yaşamak, kaybedilen o “güvenli” kucakta olmak için hedeftir, ama günümüz koşullarında hiçbir duvar “endişe”nin olmadığı bir “ev” yaratacak kadar yüksek/güçlü değildir. Tam da bu nedenle, tehdit algılarının yıkıldığı, “yabancı”yı tanıdığı için “endişe”nin artık olmayabileceği ve belki de çağımızda, eğer hâlâ mümkünse, huzurlu uykular uyuyabileceğimiz tek “ev” kapıları ve pencereleri açık tutulabilendir.
Gelgelelim tüm bu muhtelif yorumlar arasında biri diğerlerinden çok daha dayanaklı ve imtiyazlı görünmektedir: İkiyüzlülüğün, habisliğin ve çıkarcılığın meşrulaştırılmasına hasredilmiş bir kitap. Bu öyle bir yorumdur ki, filozofun adını tarih tarafından aşındırılamayan bir “sıfat”a dönüştürmüştür: Makyavelcilik.
Bu seminerin amacı ise Prens’teki “üç durak”a odaklanarak, hem bu yaygın imgenin nereden neşet ettiğini hem de bu yorum tekelinin Machiavellici düşüncenin hangi unsurlarını hasır altı ettiğini göstermektir.
13 Aralık Pazartesi günü saat 16:00’da çevrimiçi gerçekleşen etkinlik ilgilenen herkese açıktır. Katılım linkini edinmek için kayıt olmanız gerekmektedir:
https://www.ieu.edu.tr/tr/etkinlik-kayit
https://acikradyo.com.tr/podcast/225883
Link: https://www.youtube.com/watch?time_continue=13&v=1h_VQ6P2NIs&feature=emb_logo
Youtube kaydı için: https://www.youtube.com/watch?v=9GZusftPY-A
---
Although when compared to other disciplines of philosophy, philosophy of language emerged relatively late, it spin its cocoon particularly in the field of epistemology for years. The field which gradually gained more importance especially after 1960s, upon filtering some basic theses which are unquestioned, accepted without stressing upon enough, together with the emergence of postmodern perspective, opened discussion. When it was early 1990s, it was acknowledged that now, philosophy of language has a part in almost every field of philosophy.In such a scene the basic concepts in philosophy of language like ?text?, ?writer?, ?reader?, ?meaning?, ?communication?, ?sign? gained great importance. Among these, especially sign has gone through a great filter of criticism and has been source for discussions in several fields. In this sense, the concept of sign has become important not only for philosophy of language but for many fields of philosophy.Main purpose of this study is to show how the concept of sign shaped before the scene of philosophy in time and to exhibit how the criticisms and affirmations towards the concept in question changed our world.In the first chapter, ideas of Charles Sanders Pierce, several notions he put forward, and the sign perception based on triple systems were discussed. The distinctions of Peirce made among the basic concepts of sign and concepts surrounding sign were examined. Peirce adopted an attitude towards speaker/writer in communication process.In the second chapter, ideas of Ferdinand de Saussure were discussed, the way he interpreted concept of sign by grounding on binary oppositions by discussing its basic concepts was examined. Saussure adopted an attitude towards speaker/writer, either.As these two philosophers compose the modern side of the argument, in the third chapter, the criticisms of Jacques Derrida, who represents postmodern side, for the philosophers discussed in first two chapters were examined and how the sign concept was transformed in postmodern period. Besides, the structure of the concept of ?trace? which Derrida suggested instead of sign was examined.In the conclusion chapter, by comparing the ideas of three philosophers upon several basic points, what kind of ?worlds? they suggests, by their theories which doors they opened or closed, and how the transformation sign concept undergone in the period from Peirce to Derrida affected our world were discussed. Also determinations concerning future of concept of sign were made.
Orijinal metin: https://www.protevi.com/john/Foucault/omnes.pdf
Orijinal tablo: https://www.protevi.com/john/Foucault/powerchart.pdf
Orijinal metin: https://www.protevi.com/john/Foucault/SubjectPower.pdf