EYÜP - TDV İslâm Ansiklopedisi

EYÜP

Müellif: TÜLAY ARTAN
EYÜP
Müellif: TÜLAY ARTAN
Web Sitesi: TDV İslâm Ansiklopedisi
Yayımcı: TDV İslâm Araştırmaları Merkezi
Baskı Tarihi: 1995
Erişim Tarihi: 11.12.2024
Web Adresi:
https://islamansiklopedisi.org.tr/eyup
TÜLAY ARTAN, "EYÜP", TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/eyup (11.12.2024).
Kopyalama metni

Kuzeydoğudan Sarıyer, doğudan Kâğıthane ve Şişli, güneyden Fatih, Bayrampaşa, Esenler, batıdan Gaziosmanpaşa, kuzeybatıdan Çatalca ilçeleri ve kuzeyden de Karadeniz ile çevrilidir. İlçe toprakları Haliç kıyılarından kuzeybatıya doğru hafif dalgalı düzlükler halinde uzanır. XIX. yüzyıl başlarında burada bulunduğu bilinen ve biri İslâmbey, Düğmeciler, Kurukavak derelerinin birleşmesiyle oluşup Eyüp Sultan Camii yanından geçerek iskelenin iki tarafından, diğeri ise Eyüpsultan İskelesi ile Bahariye arasında Şah Sultan Tekkesi civarından Haliç’e dökülen iki büyük dere yoğun iskân dolayısıyla bugün ortadan kalkmıştır. Fetihten sonraki yerleşmelerle sur dışında teşekkül etmiş ilk kasaba olan Eyüp, bu iskânı yönlendiren Eyüp Sultan Külliyesi’nin inşasıyla birlikte Osmanlı hânedanı ve halk arasında halen devam eden büyük bir dinî-mânevî önem kazanmıştır.

Tarih. Bizans döneminde Eyüp, sur dışında bulunan nekropol (mezarlık) bölgesinde önemsiz bir yerleşme merkezi durumundaydı. Bazı kaynaklarda, Ayvansaray’dan Eyüp’e kadar uzanan alanın tamamına bu çağda Kosmidion denildiği kaydedilmekteyse de bugün Kosmidion’un Eyüp’ün güneyinde küçük bir manastırlar semti olduğu bilinmektedir. Burası ile Blakhernai Sarayı arasında bazı önemli binalarla, İstanbul kuşatmasından bahseden kaynaklarda adına sıkça rastlanan ve Haliç sahilindeki Blakhernai Sarayı’na en yakın kapı olan Xyloporta (Tahtakapı; Pîrî Reis’in haritası ile Evliya Çelebi’nin Seyahatnâme’sinde Eyyûb-i Ensârî Kapısı) bulunuyordu. Kosmidion semti Hagios Panteleimon, Hagios Mamas, Hagios Theodoros, Hagios Thalaelos ve Hagios Kosmas-Damianos kilise ve manastırlarının yer aldığı dinî bir merkezdi. IV. Mikhail zamanında (1034-1041) yapılmış ve yoksulları ücretsiz tedavi eden Anargyroi azizlerine adanmış olan bu son kilise ve manastır Haliç’e bakan tepenin üzerinde yükseliyordu. Yanında bir hamamla bir de çeşme bulunan ve semtin en önemli ziyaretgâhı olan bu külliye, Godefroi de Bouillon’un Haçlı orduları Konstantinopolis’i kuşattığında (1096) tam bir kaleye dönüşmüştü; bugün ise izi kalmamıştır.

Eyüp son kuşatma sırasında Osmanlı ordularının karargâh kurduğu yerler arasında idi; Haliç’teki filo da buranın kıyılarında surlara yönelik faaliyet göstermişti. Ayrıca II. Mehmed şehrin fethi sırasında Kosmidion’da ikamet ediyordu. Bizans başkentinin Osmanlılar tarafından fethinden sonra yeni adını Hz. Peygamber’in sancaktarı Ebû Eyyûb el-Ensârî’den alan bu semt, bütün İslâm âlemi için önemli bir nekropol olarak gelişme gösterdi. Emevîler’in 669 yılındaki Konstantinopolis kuşatmasına katılan ve bu sırada hastalanarak vefat eden Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin, vasiyeti uyarınca İslâm ordusunun ulaşabildiği en ileri noktada defnedildiği ve sahâbîlerden birkaçının mezarının da yine o civarda olduğu kabul ediliyordu. Emevî ordusu çekildikten sonra Bizanslılar’ın kabrin korunmasına özen gösterdikleri, üzerine dört sütunla taşınan bir kubbe yaptıkları ve geceleri burada kandil yaktıkları da rivayet edilmekteydi. Yine rivayetlere göre bu türbe kısa sürede kıtlık ve darlık zamanlarında medet umulan bir ziyaretgâh haline gelmişti ve halen türbede bulunan kuyu ile bağlantılı olduğu sanılan bir pınarın hastaları iyileştirdiğine inanılıyordu. Bu civarda yer aldığı bilinen Hagios Kosmas-Damianos Külliyesi’nin de şifa verici azizlere adanmış olması, burada yüzyıllardır devam eden bir geleneğin varlığını göstermektedir. Latinler 1204’te Konstantinopolis’i ele geçirdiklerinde Ortodokslar’a ait kilise ve kutsal yerleri yakıp yıkarken Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin türbesi de muhtemelen tahrip olmuş ve zamanla ortadan kalkmıştı. Ancak İstanbul’un gelecekteki fethinde Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin yol gösterici bir rol oynayacağına dair rivayetler hep yaşayagelmişti. İşte bu zeminde, 1453’te kuşatma sürerken II. Mehmed’in hocası Akşemseddin’in keramet göstererek bu mezarın yerini keşfettiği ilân edilmiş, bunu fethin gerçekleşeceği yolunda önemli bir işaret sayan askerin de morali yükselmişti. Kabrin yeri olarak Akşemseddin’in gösterdiği noktada hemen bir türbe yapılmış, fetihten kısa süre sonra da Eyüp Sultan diye bilinecek olan cami ile medrese inşa edilerek bu yörenin mânevî yapısının temelleri atılmıştır.

Eyüp daha sonra bir kasaba şeklinde gelişmeye başladı. Fâtih Sultan Mehmed İstanbul’un imar ve iskânı için çalışırken Bursa bölgesinden getirttiği bir kısım halkı buraya yerleştirdi. Böylece vakıflar yoluyla iskân teşvik edilerek sur dışında yeni bir kasabanın teşekkülü tamamlandı. Dursun Bey türbe, cami, medrese ve hamamdan ibaret külliyenin etrafına halkın çok rağbet edip her taraftan gelerek çevrede evler, köşkler yaptığını ve buranın bir “hoş teferrüc-gâh kasaba” olduğunu, pek çok kimsenin denizden veya karadan buraya gelip sohbet ve ziyarette bulunduğunu yazar (Târîh-i Ebü’l-Feth, s. 75). Zamanla Eyüp bir kadılık haline getirildi ve bağlı köyler padişah haslarına dahil edildi. “Haslar kadılığı” veya 1583’ten sonra “havâss-ı refîa” olarak bilinen Eyüp kadılığı mevleviyet derecesindeki büyük kadılıklardan biri durumundaydı ve Çatalca, Büyük-Küçük Çekmece ile Silivri’yi içine alıyordu. Evliya Çelebi’ye göre XVII. yüzyılda buraya yirmi altı nahiye, 700 köy bağlıydı; ancak bu rakamların doğruluğu şüphelidir. Haslar kadılığı köyleri II. Bayezid döneminde Beyazıt Camii evkafına dahil edilmişti. XVI. yüzyılın başlarında Boğaz’dan Bakırköy sahillerine, Çatalca’ya ve Beyoğlu kesimine uzanan kazada 163 köy vardı (Barkan, s. 600-607). XVIII. yüzyılda buranın sınırları Midye ve Burgaz’ı içine alacak ölçüde genişletilmişti. Bu yüzyılın ilk çeyreğinde Eyüp ve Haliç en parlak devrini yaşadı; ayrıca sanayileşmenin ilk adımları da bu dönemde atıldı. XVIII. yüzyılda nüfusun iyice yoğunlaştığı Eyüp’te II. Mahmud döneminde çeşitli iskân faaliyetleri gerçekleştirildi. Rami’de kurulan kışla çevresinde yeni yerleşme birimleri ortaya çıktı ve sanayileşme girişimleri dolayısıyla kıyılara birçok tesis inşa edildi. XIX. yüzyılın sonlarında göçmenlerin iskânı özellikle Rami bölgesinin daha da büyümesine yol açtı. Burası Cumhuriyet’in ilk yıllarında yine Balkan göçmenlerinin iskânına sahne oldu. Giderek Alibeyköy taraflarına doğru büyüyen Eyüp’te ayrıca Anadolu ve Trakya’dan gelenlerin yerleşmesiyle Sağmalcılar (Bayrampaşa) kesimi ortaya çıktı. Fakat sanayi tesislerinin yoğunluğu Eyüp’ü olumsuz yönde etkiledi. 1980’lerden itibaren başlatılan projeler çerçevesinde kıyı boyundaki tesisler yıktırıldı ve yerleri açık saha, park haline getirildi; ayrıca kıyı boyuna kazıklar üzerine oturtulan yeni bir yol yapıldı. Ancak bu arada eski tarihî çevre de bu düzenlemeler dolayısıyla tahribata uğradı. 1990 sayımına göre Eyüp ilçesinin 211.986 olan nüfusunun 200.045’i İstanbul Büyükşehir Belediyesi sınırları içinde, geri kalan kısmı ise (11.941 nüfus) Kemerburgaz bucağına bağlı sekiz köyde yaşıyordu.

Ekonomik ve Sosyal Yapı. İstanbul’un fethinin ardından bir kasaba olarak gelişen Eyüp’te, Ekrem Hakkı Ayverdi’nin XV. yüzyıl vakfiyelerine dayanarak yaptığı tesbitlere göre ilk iskân sahaları, Ayvansaray Kapısı’ndan başlayarak Haliç sahili boyunca sıralanan Abdülvedûd, Câmiikebir ve Ülice (sonradan Evlice) Baba mahalleleri idi. Bunların arkasında Kasım Çavuş, Sofular, Ortakçıbaşı ve Fethi Çelebi mahalleleri uzanıyor, daha içeride de Sofular’ın doğusunda Mehmed Bey mahallesi yer alıyordu. XVII. yüzyılda Eyüp İstanbul ile birleşmiş durumdaydı; nitekim Evliya Çelebi surlarla Eyüp arasında boş arazinin bulunmadığını söyler. Ona göre burası, 9800 kadar binası ve çarşısındaki 1085 dükkânı ile oldukça mâmur bir şehir özelliği taşıyordu (Seyahatnâme, I, 396). Şer‘iyye sicillerinden, XVIII. yüzyılda Eyüp’ün biraz daha gelişme gösterdiği ve mevcut mahallelere Cezerî Kasım Paşa, Dâvud Ağa, Emîr Buhârî, Düğmeciler, Hamamcı Muhiddin, Kiremitçi Süleyman, Düğmecibaşı, Zeyneb Hatun, Defterdar Kara Süleyman ve Eğrikapı mahallelerinin eklendiği öğrenilmektedir.

XIX. yüzyıl sonlarına doğru Eyüp bölgesinde Kurukovan, Eskiyeni, Bülbülderesi, İdrisköşkü, Otakçılar, Çömlekçiler, Taşlıburun ve Yeniçeşme gibi bazı yeni semtler oluştu. Dahiliye Nezâreti’nin yaptırdığı 1885 tarihli istatistik cetvelinde Eyüp bölgesinde yirmi sekiz mahalle olduğu, bunlardan yirmi ikisinin Eyüp, dördünün Çömlekçiler ve ikisinin Sofular semtinde bulunduğu görülmektedir. Bu cetvele göre Eyüp semtinin mahalleleri Nişancı Atik Mustafa Paşa, Baba Haydar, Dere (Nazperver), Cezerî Kasım Paşa, Silâhî Mehmed Bey, Kızıl Mescid, Câmiikebir, Servi, Topçular, Defterdar Mahmud Efendi, Dâvud Ağa, Şah Sultan, Defterdar Kara Süleyman Çelebi, Emîr Buhârî, Süleyman Subaşı, İslâm Bey, Ali Paşa-i Cedîd, Kasım Çavuş, Ülice Baba, Zeyneb Hatun, Aşçıbaşı ve Fethi Çavuş; Çömlekçiler semtinin mahalleleri Takyeci, Mehmed Bey, Düğmeciler ve Zal Mahmud Paşa; Sofular semtinin mahalleleri de Cebecibaşı ve Otakçıbaşı idi. Bu mahalleler bugün de çoğunlukla aynı isimleri taşımaktadır. Eyüp’ün Haliç kıyısında uzanması, deniz ulaşımı için oldukça elverişli bir ortam meydana getiriyordu; nitekim Eremya Çelebi (ö. 1695) Ayvansaray’dan başlayarak sahilde birçok iskele bulunduğunu kaydeder. Eyüp kayık iskelesi Haliç’in en büyük iskelelerinden biriydi. XIX. yüzyılda Ayvansaray ile Bahariye arasında sırasıyla Yâvedûd, Çamur, Defterdar, Zal Mahmud Paşa, Eyüp, Bostan ve Yalıhamamı iskeleleri bulunuyordu. Ayvansaray ve Sütlüce’den kalkan kayıklar Eyüp İskelesi’ne sefer yapardı. Evliya Çelebi eskiden bu iki sahil arasında bir köprü bulunduğundan söz eder; Bizans devrinde de burada bir köprü olduğu bilinmektedir. Eyüp İskelesi’ne kayıtlı kayıklar Eminönü Yemiş İskelesi ile Eyüp arasında yolcu taşırdı. 1216 (1801-1802) yılında tanzim edilen kayıkçı esnafı sicil ve kefalet defterinde bu iskeleye kayıtlı doksan üç kayık, doksan yedi nefer kayıkçı vardı ve kayıkçıların seksen ikisi müslüman, on beşi Ermeni idi.

Eyüp ve civarında padişahlara ayrılmış tarım alanları bulunuyordu. XVIII. yüzyıl şer‘iyye sicillerinden burada zengin köylülerin yaşadığı anlaşılmaktadır. Öte yandan Eyüp’te yoğun bir üretim faaliyeti gerçekleştiriliyordu. Sarraf Hovannesyan (ö. 1805), Karadeniz ve Akdeniz’den gemilerle gelen buğdayın İstanbul, Galata, Üsküdar, Kartal, Boğaziçi ve Eyüp’teki değirmenlerde işlendiğini belirtir. Erkek çocukların sünnet öncesi özel giysileriyle Eyüp Sultan Türbesi’ni ziyarete götürülmesi geleneği burada oyuncakçılığın gelişmesini sağlamıştı. Evliya Çelebi’ye göre XVII. yüzyıl ortalarında Eyüp’te 100 oyuncakçı dükkânı ve bunlarda çalışan 105 usta vardı. Bu dükkânlar, Eyüp Sultan Türbesi’ne giden İskele caddesi üzerindeki Oyuncakçılar Çarşısı denilen yerde idi ve sayıları XIX. yüzyıl başlarında yirmi beş-otuza düşmüştü. Evliya Çelebi, Eyüp’te gelişen el sanatları içinde eldiven yapımını da sayar; ayrıca bu civarda pek çok mandıranın bulunduğundan ve buralarda yapılan yoğurt ve kaymağın makbul olduğundan bahsetmektedir. Kaymakçı dükkânları Eyüp Sultan Camii yanında çarşı boyunca, etlerin terbiye ediliş tarzı sebebiyle çok meşhur olan kebapçı dükkânları ile birlikte sıralanmıştı. Türbe ziyaretine gelenler buralara mutlaka uğradıkları gibi özel olarak Eyüp’e kaymak ve kebap yemeye gelenler de vardı. Eremya Çelebi Eyüp’ün üst kısımlarında kar kuyuları bulunduğunu, karcıbaşının nezâreti altında bu kuyulardan toplanan karın yazın sarayda kullanıldığını kaydetmektedir.

Evliya Çelebi’nin bildirdiğine göre Zal Mahmud Paşa Camii’nin ilerisinde 250 kadar çömlekçi vardı. Evliya Çelebi, Çin ve İznik çinisi kalitesinde olduğunu söylediği burada yapılan çanak çömlek için Kâğıthane ve Sarıyer’den çamur getirildiğini belirtir. İstinye ve Büyükdere tepelerinden alınan kil de her türlü çömlek imalâtında kullanılırdı. Eremya Çelebi ve Evliya Çelebi “tıyn-i mahtûm” denilen kokulu, beyaz bir topraktan yapılan ve içene ferahlık veren kâselerin hâtıra olarak uzak memleketlere götürüldüğünü söylemektedirler. Yine Evliya Çelebi, Eyüp ile Hasköy arasında deniz dibinden çıkarılan kara balçıktan kaplar yapıldığını kaydetmektedir. Sarraf Hovannesyan, Zal Mahmud Paşa Camii’nin arkasında karşılıklı kırk çömlek imalâthanesinin bulunduğunu ve buralarda çalışanların çoğunun Ermeni olduğunu, Andreasyan da Çeşmeli Odalar mahallesindeki odalarda Ermeni topluluklarının oturduğunu söylemektedir. İncicyan (ö. 1833), bu mahallede bulunan Surp Asduadzadzin adlı küçük kilisenin kendi zamanında kısmen yıkıldığını, ancak kalan kısmında âyinlere devam edildiğini, Serviler mahallesinde de Surp Egia adlı bir Ermeni kilisesinin daha olduğunu, fakat 1762 yılında ortadan kaldırıldığını kaydetmektedir. Andreasyan ise bu bilgilere, Surp Egia Kilisesi’nin 1800 yılında alınan bir fermana dayanarak 1832’de yeniden yapıldığını eklemiştir. Surp Asduadzadzin Kilisesi de 1812’de ve 1855’te tekrar yapılmıştır. XVIII. yüzyıl şer‘iyye sicillerinde de gayri müslim unsurların Eyüp’te yoğun olduklarına, hatta bunların cami ve türbeler yakınında bulunan dükkân ve bostanlardaki uygunsuz davranışları sebebiyle sık sık şikâyet edildiklerine dair kayıtlara rastlanmaktadır.

Sur içindeki semtleri birçok defa yok eden yangınların sıçrayamadığı Eyüp’te zamanla yoğun bir yerleşme ortaya çıkmış, özellikle Haliç kıyıları oldukça erken bir tarihte sayfiye niteliği kazanmıştı. Padişahların sık sık ziyaret ettikleri Bahariye ve karşı kıyıdaki Aynalıkavak sahilsaraylarının yanı sıra devlet ricâli de Eyüp sahilinde sahilhâneler ve yalılar inşa ettirmişlerdi. Sayfiye geleneğinin başlamasına, XVI. yüzyıldan itibaren bu kutsal semtte öncelikle hayır binaları yaptıran hânedanın kadın üyeleri öncülük etmişlerdi. Özellikle XVIII. yüzyıl sonrasında bu sahilin en gösterişli ve en itibarlı yapıları haline gelen bu yalılar sık sık el değiştirmiş, bazıları bir sultan efendiden diğerine geçerken yeniden inşa edilmiş ve buralarda yapılan önemli törenler vesilesiyle ev sahipleri devlet işlerinde ne kadar etkin olabildiklerini sergilemişlerdir. Bu sultan yalıları, bir grubu Defterdar ve Zalmahmutpaşa iskeleleri, diğer grubu Bahariye sahilinde Bostan İskelesi ile Şah Sultan Tekkesi arasında Eyüp Sultan Külliyesi’ni iki taraftan kuşatacak biçimde toplanmıştı. Buralarda XIX. yüzyılda III. Mustafa’nın ve I. Abdülhamid’in kızları Şah Sultan, Hatice Sultan, Hibetullah Sultan, Beyhan Sultan ve Esmâ Sultan’ın daha sonra yerlerine Feshâne, Dakikhâne ve İplikhâne’nin yapıldığı yalıları bulunuyordu. Eyüp’ün sık servili, gölgeli tepelerine sırtını dayamış Haliç’in bu uç noktasına itibar eden hânedan kadınlarının, buraya, kutsî havasından istifade etmek amacıyla daha çok hastalıkları, nekahet devreleri ve yaşlılıkları sırasında geldikleri anlaşılmaktadır. Aslında hânedan kadınları ömürlerini Boğaziçi sahilsaraylarında geçirip kendi sağlık meseleleri dışında ancak hânedanın düğün, doğum, ölüm törenleri sebebiyle ve kısa süreler için Eyüp yalılarına taşınıyorlardı.

Ebû Eyyûb el-Ensârî hem şehrin koruyucu evliyası olmuş, hem de türbesi resmî tören ve ziyaretler sebebiyle hânedanın meşruiyetinin ve devamlılığının simgesi haline gelmişti. Sancak-ı şerif, 1730 yılında isyancıların eline geçmemesi için Topkapı Sarayı’ndaki Hırka-i Saâdet Dairesi’ne taşınıncaya kadar uzun süre Eyüp Sultan Türbesi’nde muhafaza edilmişti. Padişahların saltanatı, cülûs sonrası kılıç kuşanma törenleriyle meşruiyet kazanmaktaydı. Padişahlar ayrıca kılıç kuşanma töreni sonrasında devlet erkânı ile birlikte Eyüp’ten başlayarak İstanbul tepelerinde yer alan, gazâ malıyla inşa edilmiş selâtin camilerine bağlı ecdat türbelerini ziyaret ediyor, böylece hânedanın şerefli geçmişini ve devamlılığını halkın gözleri önüne seriyorlardı.

Mimari Eserler. Osmanlılar’ın İstanbul’da yaptırdığı ilk mimari kompleks olan Eyüp Sultan Külliyesi’nin çevresi, devlet ricâliyle halk kitlelerinin Ebû Eyyûb’un şefaatini kazanmak için burayı son istirahatgâh olarak seçmeye başlamaları üzerine kısa sürede gelişmiş ve semtteki kutsî ve mânevî havayı daha da yoğunlaştıran kendine has bir mimari karaktere bürünmüştür. Fetihten sonra, bugün birer tarihî belge ve sanat eseri niteliği taşıyan devlet erkânı türbelerinden başka tepenin yamacında da yavaş yavaş halka ait mezarlıklar oluşmaya başladı. Bugün Eyüp İstanbul’un ve Mekke, Medine, Kudüs’ten sonra İslâm âleminin en büyük nekropolüdür; âbidevî türbe, küçük hazîre, açık türbe gibi çeşitli mezar yapılarıyla ve cami, mescid, tekke, medrese, mektep, namazgâh, kütüphane, imaret, hamam, çeşme, sebil gibi her biri ayrı bir çalışma konusu olacak dinî ve sosyal tesisleriyle aynı zamanda bir mimarlık müzesine dönüşmüş durumdadır. Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin türbesiyle birlikte, İstanbul kuşatmalarında şehid düşen başka sahâbîlerin mezarları da büyük önem taşımaktadır. Hz. Peygamber’in Kostantiniye’yi fethedecek kumandanı ve orduyu öven hadisinin yönlendirmesiyle buraya gelen İslâm ordularına katılmış sahâbîlerin şehir önlerinde şehid düşmeleri, Osmanlılar döneminde bunlara ait kabirlerin tesbit edilip yapılması geleneğini ortaya çıkarmıştır. Özellikle II. Mahmud devrinde bütün sahâbî mezarları bulunarak yapılmış, eskiden beri bilinenler de onarılmıştır. Ancak bu dönemde kabirleri yapılan sahâbîlerin hayat hikâyelerini nakleden güvenilir kaynaklar bunların çoğunun burada gömülü olduğunu teyit etmemektedir.

Eyüp’teki en önemli mimari âbideler Eyüp Sultan Camii ve Türbesi ile (ilk yapı 1458, son yapı 1798-1800) her ikisi de XVIII. yüzyıl sonuna ait olan Mihrişah Vâlide Sultan ve Şah Sultan külliyeleridir. Başta Mimar Kemâleddin’in 1911-1912’de yaptığı, sur dışındaki tek padişah kabrini teşkil eden Mehmed Reşad Türbesi ile birçok hânedan mensubunun ve Sokullu Mehmed Paşa, Pertev Paşa, Lala Mustafa Paşa, Ferhad Paşa, Câfer Paşa, Güzel Siyavuş Paşa, Kaptan Mustafa Paşa, Mîrimîran Mehmed Paşa, Feridun Ahmed Bey, Nakkaş Hasan Paşa, Hüsrev Paşa, Celâlzâde Mustafa Çelebi, Ebüssuûd Efendi, Hoca Sâdeddin Efendi ve Karaçelebizâde Mehmed Efendi gibi devlet ricâlinin türbeleri semte çok özel bir karakter kazandırmakta ve burayı aynı zamanda sosyal tarih açısından önemli bir belge hazînesi durumuna getirmektedir.

Mimari özelliklerini büyük ölçüde kaybetmiş olmalarına rağmen Eyüp atmosferini oluşturan cami ve mescid külliyeleri arasında Fâtih Sultan Mehmed devrine atfedilen yapılarla klasik dönem eserleri önde gelmektedir. Bu döneme ait oldukları kabul edilen eserler şunlardır: Alibeyköy merkezinde Alibeyköy Mescidi, adını verdiği sokak üzerinde Arpacı (Arpacıbaşı) Hayreddin Mescidi, Eskiyeni caddesi üzerinde Kasım Çavuş Mescidi, Zekâidede sokağında Sofu Ali Çavuş adıyla da anılan Sofular Mescidi, kendi adıyla anılan mahallede Ülice Baba (Evlice Baba, Uluca Baba) Mescidi. Aşağıdaki yapılar ise klasik döneme aittir: İdrisköşkü civarında Zeyneb Hatun Mescidi (1520 [?]); Zalpaşa (Zalmahmutpaşa) caddesi üzerinde Kızıl Mescid (1531 [?]); Feshâne caddesi üzerinde Demirciler Mescidi (1545 [?]); aynı adı taşıyan sokak ve cadde üzerinde Baba Haydar Camii (1550 [?]); Çömlekçiler civarında Zalpaşa caddesiyle adını verdiği sokak üzerinde Silâhî Mehmed Bey Camii (1551; Bey, Silâhşor Mehmed Bey, Sürahi Mescidi adlarıyla da anılır); Otakçılar’da Aşçıbaşı Mehmed Ağa Mescidi (1553); Vezirtekkesi caddesi civarında Servi Mahallesi Mescidi veya Hoca Sâdeddin Efendi Mescidi (1590 [?]); Düğmeciler caddesinde Dökmeciler Camii (1590 [?]; yanlış olarak Düğmeciler Camii de denilmektedir); Otakçılar semti Fethi Çelebi mahallesinde Otakçılar, Fethi Çelebi ya da Gazanfer Ağa Camii (1599), Abdurrahman Şeref Bey caddesi üzerinde Takkeci ve Arakiyeci Camii (1616 [?]); Yûsufmuhlispaşa sokağında Bâlî Hoca Mescidi (XVII. yüzyıl başı); Eyüp İskelesi civarında Büyük İskele Camii (XVII. yüzyıl başı; bânisi Hacı Mahmud Ağa’nın ve zaman içinde camiyi yenileyen Cevrî Kalfa ve Kaptan Hasan Hüsnü Paşa’nın adlarıyla da anılır); aslı II. Mehmed devrine ait olup 1711’de yeniden inşa ettiren IV. Mehmed’in kızı Hatice Sultan’dan dolayı Sultan Camii adıyla da bilinen Yâvedûd caddesi üzerindeki Yâvedûd veya Abdülvedûd Camii.

Mimar Sinan’ın bütün eserleri içinde en yoğun biçimde bir araya toplanmış olan mescid, türbe ve tekke gibi yapıları ise Eyüp’ün çok özel bir kimlik kazanmasını sağlamıştır. Klasik Osmanlı mimarisinin tipik örnekleri olan bu yapılar arasında Otakçılar civarında Nakşî Emîr Buhârî Tekkesi Camii (1525-1530) ve Hamamı; Defterdar caddesinde Defterdar Mahmud Çelebi Camii (948/1541-42); Nişancılar caddesi üzerinde Nişancılar veya Nişancı Mustafa Paşa Camii (1543) ve Hamamı; yine Nişancılar’da Müzevvir (Süleyman Subaşı, Münzevî, Karcı Süleyman) Mescidi (1545); Bahariye’de Şah Sultan Camii (963/1555-56) ve Tekkesi; Nişancılar’da Dâvud Ağa (Kapıağası) Mescidi (962/1554-55); eski Kurukavak caddesi üzerinde Ali Paşa (Cedîd Ali Paşa, Semiz Ali Paşa, Kurukavak) Camii (1561-1565 [?]); Defterdar ve Zalpaşa caddeleri arasında Zal Mahmud Paşa Külliyesi (1580 [?]); Düğmecibaşı Mescidi; Sokullu Külliyesi (976/1568-69); Sokullu Mehmed Paşa’nın çocuklarına (İbrâhimhanzâdeler) ait türbe; Semiz Ali Paşa Türbesi; Dukakinzâde Mehmed Paşa Türbesi; Lala Hüseyin Paşa Türbesi; Pertev Paşa Türbesi; Siyavuş Paşa Türbesi (1582); Siyavuş Paşa’nın çocuklarına ait türbe; Dere Hamamı ve Türbe Hamamı sayılmaktadır. Mimar Sinan’ın Eyüp’te Semiz Ali Paşa için iki de saray inşa ettiği bilinmektedir.

Mimar Sinan yapısı mescidler dışında bugün Kalenderhâne caddesi üzerinde bulunan Abdülkadir Efendi Mescidi ile (1538) hemen yakınındaki aslında bir dârülkurrâ olan Saçlı Abdülkadir Efendi Mescidi (1585-1590 [?]), klasik dönem özelliklerini kısmen yansıtan birer yapı olarak ayakta durmaktadır. Yine iyi korunmuş klasik dönem eserleri içinde Çömlekçiler civarında, Zalpaşa caddesiyle adını verdiği sokak üzerinde bulunan Cezerî Kasım Paşa Camii (1515) sayılabilir. Geç dönem yapıları arasında ise Haydarbaba caddesi üzerindeki Beşir Ağa Medresesi Mescidi adıyla da anılan Dârülhadis Medresesi Mescidi (1734) ve Mimar Kemâleddin tarafından inşa edilen Sultan Mehmed Reşad Mektebi Mescidi (1910-1911) yapıldıkları devirlerin özelliklerini koruyabilmişlerdir.

Eyüp’te bugün yıkılmış bulunan mescid ve camilerden bir kısmını tarihî kaynaklardan tesbit etmek mümkün olmaktadır: Balçık İskelesi’nde Sa‘dî Balçık Tekkesi Mescidi ([?]); Otakçılar’da Çayırbaşı Mescidi (II. Mehmed devri [?]); Babahaydar semtinde Dede Mescidi (Dere Mescidi; III. Murad devri [1574-1595]); adını verdiği cadde üzerinde Defterdar Mescidi veya Kara Süleyman Camii de denilen Tahta Minare Camii (II. Bayezid devri; Tahta Minare Mescidi adıyla bilinen XVII. yüzyıl yapısı bir başka mescid de Düğmeciler mahallesinde idi, hazîresi olan bu mâbed Tımışvar Tekkesi Mescidi olarak da tanınırdı); Fethi Çelebi mahallesinde Mehmed Bey Mescidi (II. Mehmed devri; daha sonra Sa‘diyye ya da Cerrâhî Tekkesi olmuştur); Düğmeciler caddesi üzerinde Nakşî Mûsâ Çavuş Mescidi (XVI. yüzyıl; karşısında tekke ve hazîresi vardır); Otakçılar’da Yanık Minare Mescidi (II. Mehmed devri; Alaca Tekke, Sıraserviler Tekkesi ve III. Osman tarafından yeniden yaptırıldığı için Sultan Osman Tekkesi Mescidi adlarıyla da anılır); Yenimahalle’de Hacı Hüsrev Mescidi (Ümmühan Hatun Mescidi; XVII. yüzyıl sonu).

Yukarıdaki cami ve mescidlerden başka Eyüp’te çok sayıda tekke camisi de bulunmaktadır: İslâmbey caddesi üzerinde İslâm Bey Camii (1521, daha sonra Bedevî Âsitânesi olmuştur); Fethi Çelebi mahallesinde Hirâmî Ahmed Paşa Mescidi veya Şeyh Cemâleddin Tekkesi adıyla da anılan Savaklar Mescidi Tekkesi (1595-1602 [?]); Nişancı Mustafa Paşa caddesinde Nakşî Şeyh Murad Efendi Tekkesi Mescidi (XVII. yüzyıl); İdris Köşkü civarında Hoca Hüsam, Selim Efendi ve Hatuniye Tekkesi adlarıyla da bilinen Ahmed Dede Mescidi (1732); İdris Köşkü caddesi üzerinde Nakşî Murtaza Efendi (Kâşgarî) Tekkesi Camii (1745); Fethi Çelebi caddesi üzerinde Nakşî Mustafa Paşa Tekkesi Camii (1753-1765); Düğmeciler caddesi üzerinde Hacı Ali Tekkesi Mescidi (1770 [?]); Nakşî Şeyhülislâm Tekkesi Mescidi (XVIII. yüzyıl) ve Vezirtekkesi caddesi üzerinde Nakşî İzzet Paşa (Vezirtekkesi) Mescidi (1800 [?]).

Eyüp’ün en karakteristik yapıları arasında tekkeler de bulunmaktadır. Ancak daha çok geç dönem mimari özelliklerini yansıtan bu yapılardan pek azı günümüze gelebilmiştir. Bugün mevcut olanlar arasında Zalpaşa caddesi üzerindeki Afife Hatun Tekkesi’nin (1844) yalnız semâhânesi ayaktadır. Kalenderhâne caddesi üzerindeki Câfer Paşa Tekkesi (XVI. yüzyıl) restore edilmiş durumdadır. Savaklar caddesi üzerinde bulunan ve Vâlide Sultan veya Kuyubaşı adlarıyla da bilinen Emin Baba Tekkesi (1867 [?]) sağlam vaziyettedir. Bu tekke Nakşî dergâhı olarak kaydedilmişse de XIX. yüzyıl sonunda burada Bektaşî törenlerinin yapıldığı sanılmaktadır. Kalenderhâne caddesi üzerindeki Kalenderhâne Tekkesi (1743; Özbekler Tekkesi Mescidi ve Lâ‘lîzâde Abdülbâki Efendi Tekkesi adlarıyla da bilinir) bugün kısmen ayaktadır; tekke bir Nakşibendî dergâhıydı. Nazır Ağa Çeşmesi sokağında bulunan Nakşibendî Rifâî Selâmî Tekkesi’nin (1798) semâhânesi, derviş evi, mutfağı, su haznesi ve hazîresi durmaktadır. Nişancı Mustafa Paşa mahallesinde Cerrâhî Sertarikzâde Tekkesi (Sertarik Camcı Tekkesi adıyla da anılır; XVIII. yüzyıl başı) harap durumdadır. Düğmeciler mahallesinde bulunan Halvetiyye tarikatının Sinâniyye kolunun kurucusu Ümmî Sinan Tekkesi ya da Nasuh Efendi Tekkesi (XVI. yüzyılın ikinci yarısı) 1983 yılında restore edilmiştir. Eyüp Sultan Camii yakınında yer alan ve önce Halvetiyye, daha sonra Rifâiyye Dergâhı olan Yahyâzâde Tekkesi de (XVI. yüzyıl) Eyüp’te ayakta kalan tekkeler arasındadır. Zamanımıza ulaşmayan tekkeler arasında ise yeri tesbit edilemeyen Kara Mezak Ahmed Ağa Mevlevîhânesi’nin (XVII. yüzyıl) yanı sıra Bahariye’de Bahariye Mevlevîhânesi (1875); Otakçılar civarında Kādirî Çadırcı Tekkesi (1860-1870 [?]); İdrisköşkü mevkiinde Balmumcuzâde Râşid Efendi ve İdrisköşkü Tekkesi adlarıyla da anılan (1757-1774) ve ilk önce Halvetî, ardından Nakşî ve daha sonra Kādirîler’e ait olan tekke; yine İdrisköşkü mevkiinde Dolancı Derviş Mehmed Efendi Mevlevîhânesi (1815); Balcı Yokuşu üzerinde Kādirî Haffâf ya da Kavaf Mehmed Efendi Tekkesi (1795-1805 [?]); Evlice Baba Mescidi sokağında Kādirî Hâkî Baba Tekkesi (1797); Bostan İskelesi sokağında Nakşibendî ve Hâlidî Hüsrev Paşa Tekkesi (1850 [?]); Bülbülyuvası mevkiinde Sa‘dî Kantarı Baba Tekkesi ([?]); İdrisköşkü mevkiinde, İstanbul’un fethinde bulunduğuna inanılan efsanevî bir kahramanın adını taşıyan Bektaşî Karyağdı Tekkesi; Otakçılar’da Kādirî Kolancı Şeyh Emin Efendi Tekkesi (XVIII. yüzyıl sonu); Silâhtarağa caddesi üzerinde önce Bektaşî, sonra Sâdî Dergâhı olan Lâgarî Tekkesi (XVII. yüzyıl sonu); Feshâne caddesi üzerinde Kādirî Molla Çelebi Tekkesi, Debbâğhâne Tekkesi ve Mahmud Efendi Tekkesi diye de bilinen Kādirî Dergâhı sayılabilir. Bunlardan başka Edirnekapı dışında İstanbul’un fethi sırasında II. Mehmed’in otağını kurduğu rivayet edilen Duatepe mevkiinde birbirine çok yakın beş tekke bulunuyordu. Bunlar, daha önce adı geçen Otakçılar Emîr Buhârî ve Emin Baba tekkeleriyle Paşmakçı Tekkesi, Mustafa Paşa Tekkesi ve Sertekke idi.

Eyüp’te cami, mescid ve tekkeler dışında çok sayıda medrese, mektep, kütüphane gibi eğitim kurumları ile han, imaret, hamam, namazgâh, çeşme ve sebil gibi hayır amaçlı yapılar da inşa edilmişti. Eyüp medreseleri arasında Câmiikebir mahallesinde İbrâhimhanzâde, Silâhî Mehmed Efendi mahallesinde Cezerî Kasım Paşa, Cezerî Kasım Paşa mahallesinde Zal Mahmud Paşa medreseleri ve Baba Haydar mahallesinde Hacı Beşir Ağa Dârülhadisi; kütüphaneler arasında yine Hacı Beşir Ağa’nın buradaki kütüphanesiyle Bostan İskelesi’nde Hüsrev Paşa, Boyacı sokağında Hasan Hüsnü Paşa kütüphaneleri; hanlar arasında Çömlekçiler mahallesinde Hacı Halil Efendi Hanı ile Ayvansaray Kapısı dışında Hacı Hüseyin Efendi Hanı; hamamlar arasında da Otakçılar, Zal Paşa, Eyüp, Bülbülderesi ve Dere hamamları en önemli olanlardır.

Cami, mescid ve tekkelerin bir kısmı zamanla ortadan kalkarken Eyüp civarında dinî yapıların inşası XIX. yüzyıl sonunda ve XX. yüzyılda da devam etmiştir. Bu döneme ait olan camiler arasında Edirnekapı Mezarlığı Mescidi (1900), Edirnekapı Şehitliği Mescidi (1948-1949), Rami’de Topçular Mescidi (1558, yeniden inşası 1974), Hacı Ali Rıza Paşa Camii (1886) ve Tantâvîzâde Camii (1889 [?]), Silâhtarağa Elektrik Santrali Camii (1913), Göktürk köyünde Dârüssaâde Ağası Mustafa Ağa Camii (1974), Üçşehitler mevkiinde Üçşehitler Camii (1959) sayılabilir.

Eyüp İstanbul’un her dönemde en önemli ziyaret yeri olmuştur. Burada medfun bulunanların aileleri, etleri fakirlere dağıtılmak üzere her gün özellikle ramazanda Eyüp Sultan Türbesi’ne kurbanlık koyun gönderir, hatta bundan dolayı Eyüp halkına kurbancı denirdi. Eyüp Sultan Camii ve Türbesi, eskiden olduğu gibi şimdi de her gün ziyaret edilmekte ve bu ziyaretler ramazanlarda, bayramlarda ve diğer kutsal günlerde fevkalâde yoğunlaşmaktadır. Ayrıca adakta bulunmak ve adaklarını yerine getirmek isteyenler de buraya akın akın gelmeye devam etmektedirler. Kurbanlar külliye dahilindeki vakıf imaretin salhânesinde kesilmektedir. Sünnet düğünleri öncesinde türbeyi ziyaret geleneği de halen sürmektedir. XIX. yüzyıl öncesinde İstanbullular’ı buraya cezbeden çevrenin bir mesire yeri olma özelliği ise günümüzde artık söz konusu değildir. Halbuki XIX. yüzyıl ortalarına kadar Eyüp mezarlıklarının arkasında suyu makbul çeşmeler ve türlü meyve bahçeleri, bostanlar, çiçek tarlaları, çemenzarlar ve ağaçlıklar yer alıyor, özellikle bayramların üçüncü günü gerek ileri gelenlerden gerekse halktan birçok kimse buralara hücum ediyordu. Eyüp’te Gümüşsuyu’nun bulunduğu vadi etrafındaki tepeler de tarlalar halinde olan çiçek bahçeleriyle bir başka ünlü mesire yeriydi. Burada yetiştirilen çiçekler her cuma Eyüp’ün Oyuncakçılar Çarşısı’nda kurulan çiçek pazarında satılırdı. Ayrıca Bahariye kıyı şeridinin hemen karşısında oluşan adacıklar da (Bahariye adaları, Deniz Hamamı mesiresi) yine XIX. yüzyılın gözden uzak buluşma ve eğlence yerleriydi. XVII. yüzyıl kaynaklarında burada iri tekir ve kayabalıklarının avlandığı, karides tutulduğu bilinmektedir. Bugün ise Eyüp’e eğlence amacıyla yalnızca, Haliç’in bitimine hâkim bir noktadaki Karyağdıbayırı’nın üstünde yer alan ve bütün Haliç’i, İstanbul’u ve Galata’yı gören, 1880’lerde Pierre Loti’nin meşhur ettiği Piyerloti Kahvehanesi sebebiyle gidilmektedir.


BİBLİYOGRAFYA

Dukas, Bizans Tarihi (trc. V. Mirmiroğlu), İstanbul 1956, s. 173.

Tursun Bey, Târîh-i Ebü’l-Feth (haz. Mertol Tulum), İstanbul 1977, s. 75.

, I, 396-409.

Eremya Çelebi Kömürciyan, İstanbul Tarihi: XVII. Asırda İstanbul (trc. H. D. Andreasyan, haz. K. Pamukciyan), İstanbul 1988, s. 19-20, 28-30, 48, 97, 172, 195-196, 201, 251.

P. G. İnciciyan, XVIII. Asırda İstanbul (trc. H. D. Andreasyan), İstanbul 1976, s. 3, 14, 18-19, 92-93, 120.

J. Ebersolt, Sanctuaires de Byzance, Paris 1921, s. 97-99.

R. Janin, Constantinople byzantine: développement urbain et répertoire topographique, Paris 1950, s. 421-422.

a.mlf., La géographie ecclésiastique de l’Empire Byzantin: Le siège de Constantinople et le patriarcat œcuménique, Paris 1953, I, 294-300.

A. Süheyl Ünver, İstanbulda Sahâbe Kabirleri, İstanbul 1953, s. 30-35.

Feridun Dirimtekin, Fetihden Önce Halic Surları, İstanbul 1956, s. 11.

a.mlf., İstanbul’un Fethi, İstanbul 1976, tür.yer.

Cemal Öğüt, Meşhur Eyyüb Sultan, İstanbul 1957.

Ekrem Hakkı Ayverdi, Fatih Devri Sonlarında İstanbul Mahalleleri, Şehrin İskânı ve Nüfusu, Ankara 1958, s. 53-54, 66.

, s. 133-134.

G. Goodwin, A History of Ottoman Architecture, London 1971, tür.yer.

Recep Akakuş, Eyyüb Sultan ve Mukaddes Emanetler, İstanbul 1973.

C. Mango, Byzantine Architecture, New York 1976, s. 224.

W. Müller-Wiener, Bildlexikon zur Topographie Istanbuls, Tübingen 1977, tür.yer.

Ömer Lutfi Barkan, Türkiye’de Toprak Meselesi, İstanbul 1980, s. 578-611.

Metin Sözen v.dğr., Türk Mimarisinin Gelişimi ve Mimar Sinan, İstanbul 1975.

R. Mantran, 17. Yüzyılın İkinci Yarısında İstanbul (trc. Mehmet Ali Kılıçbay – Enver Özcan), Ankara 1986, I-II, tür.yer.

Oktay Aslanapa, Osmanlı Devri Mimarisi, İstanbul 1986, tür.yer.

Aptullah Kuran, Sinan: The Grand Old Master of Ottoman Architecture, İstanbul 1987, tür.yer.

a.mlf., “Zal Mahmud Paşa Külliyesi”, Boğaziçi Üniversitesi Dergisi, I/1, İstanbul 1973, s. 65-81.

Necdet İşli, İstanbul’da Sahabe Kabir ve Makamları, Ankara 1987.

Yıldız Demiriz, Eyüp’de Türbeler, Ankara 1989.

a.mlf., “Eyüp’te Az Tanınmış İki Türbe Hakkında”, , II (1981), s. 37-57.

Mehmet Nermi Haskan, Eyüp Tarihi, İstanbul 1993, I-II.

M. Ayaşlıoğlu, “İstanbul’da Mahmud Paşa’nın Eserleri Hakkında Mimari İzahat”, Güzel Sanatlar Dergisi, VI, Ankara 1949.

Behçet Ünsal, “İstanbul Türbeleri Üzerinde Stil Araştırması”, , sy. 16 (1982), s. 77-120.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1995 yılında İstanbul’da basılan 12. cildinde, 1-6 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.
TDV İslâm Ansiklopedisi'nden rastgele bir madde okumak ister misiniz?
BAŞKA BİR MADDE GÖSTER